Katıldığım toplantılarda ya da söyleşilerde genç meslektaşlarımın sıkça karşılaştığım sorularından biridir gazeteciliğin geleceği. Yöneltilen bir başka soru da – her halde yaşımı, deneyimimi de dikkate alarak yöneltiyorlar – geçmiş dönemlerde de gazeteciliğin günümüzdeki kadar baskı altına alındığı, patron-iktidar kıskacında erozyona uğratıldığı başka dönemleri de anımsıyor musunuz? Yanıtlamak zor değil. Ne var ki büyük ve yaygın bir meslek örgütünün yönetimine başkanlık ediyorsanız hem meslektaşlarınızı incitmemek, hem de siyaset, medya ilişkilerinin çarpıklığından söz açarken kimi dostları küstürmemek gibi güçlükler de var önünüzde. İkinci sorudan girelim yanıtlamaya. Gazeteciliğe 1961 yılında başladım. Üç askeri darbe, bir o kadar darbe girişimine tanık oldum. Çıkarsadığım sonuçlardan biri; devlet babamız gazetecileri kendi memuru olarak görür. Yalnızca kendilerinden olanı sever, mesleğin gereklerini yerine getiren, soran, sorgulayan, eleştiren gazetecileri ise dışlar. Yeri gelir cezalandırır. İster ki yazarlar çizerler devlet erklerini övgüye boğsunlar, haberlerinde devletin görüşü egemen olsun. Yazı dili devlet diliyle örtüşsün. Arada, 1961 Anayasası’ndan sonra kısa bir süre topluma soluk aldıran birkaç yılı saymazsanız, basının cumhuriyet tarihindeki serüveni pek parlak değil. 12 yılı aşkın, ülkeyi işçisi, emekçisi ile tüm halkı kucaklayarak değil tam tersine iç ve dış büyük sermaye gruplarıyla yönetmeye soyunan günümüz iktidarının medyaya bakış açısı da elbette devletin eski geleneksel bakışından farklı olmayacaktı. Üstelik şanslılar. Halkların çok seslilik, düşünceyi ifade özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, kamuoyunun bilgilenme, haber alma özgürlüğü gibi temel hak ve isteklerini tümüyle kavrayamayan, kafa karışıklığı içinde bir muhalefet var karşılarında. Şimdilerde iktidar, iletişim teknolojilerindeki hızlı gelişim ve yenileşmeyi kendi erki için maharetle kullanıyor. Yazılısı ve görseli ile medyanın yüzde 80’ini denetim altında tutuyor. Muhalif bellediği gazetecileri ve gazete patronlarını mali denetimler ve birbiri peşi sıra açılan davalarla bunaltıyor. Basını kapsayan maddeleri, verilen sözlere karşın iyileştirilmeyen ceza yasalarındaki kimi maddeler nedeniyle yakın zamana dek cezaevinde en çok gazeteci bulunduran ülkeler sıralamasında ilk üç sırayı hiçbir ülkeye kaptırmadık. Gelinen noktada AKP iktidarının özellikle de son beş yılının basın tarihimizin en baskıcı dönemlerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Anlattıklarımıza ayrıca işsiz gazeteci ordusu yaratmak, basın sektöründe sendikaları bölmek, yandaş basın oluşturmak, muhalif gazetelere toplantılarda akreditasyon uygulamak gibi daha birçok marifetini sayabiliriz iktidarın. Basın sektörüne bakış açısından bir kıyaslama derseniz geçmiş iktidarlardan bir farkı var. Günümüzde medyaya yapılan baskı, daha hesaplı kitaplı bir çalışmanın ürünü. Basın sektörü patronları, çalışanları, meslek örgütleriyle yeniden dizayn edilmek isteniyor. Devlet güdümüne oturtulmuş tek tip medya yaratılmak isteniyor. Diyebilirsiniz ki böyle bir dayatmanın demokrasilerde yeri olur mu? Olur tabii, Demokrasi kavramının içini boşalttıktan sonra istediğiniz rejimin başına yerleştirebilirsiniz. Üstelik bildiğiniz gibi çağdaş demokrasiler birer tahammül rejimidir, o tahammül ise bizim siyasetçilerimizde asla olmadı. Geleneksel devletin, iktidarların; düşünce ve ifade özgürlüğünden korkmalarını, sansürü doğal hakları saymalarını ve ülkeyi bir yasaklar cennetine çevirmek için uğraş vermelerini de anlamalıyız Bireylerin temel hak ve özgürlüklerini kullanamadığı, kamuoyunun haber alma, bilgilenme kanallarının kapatıldığı toplumlarda nasıl basın özgürlüğünden söz edilemezse, böyle toplumlarda özgür ve bağımsız, bağlantısız gazetecilikten de söz edilemez. Otosansürün itinayla kafalara yerleştirildiği gazetecilikte nesnel haber yapabilmek, halk odaklı, hak odaklı habercilik yapmak kolay mı? Her gün onlarca gazeteci, niteliklerine bakılmaksızın kapı önüne konurken sıra bana ne zaman gelecek diye beklemek kolay mı?
İkinci soruya gelince; öncelikle gazeteciliğin geleceğine son derece iyimser baktığımı söylemeliyim. Güç elde etmek, çıkar sağlamak için iktidarlara yaltaklanmak uğruna mesleklerini ayağa düşürenlere kulak asmayın siz. İçinde bulundukları zorlu koşullara, tehdit ve davalara karşın haberin kutsallığına inanan gazetecilere bakın. Cezaevlerinde yiğitçe yatan, dört duvar arasında üreten, gazetecileri düşünün. Onlar yazdıkları kitaplarla tarihe, gelecek kuşaklara not düştüler. Onurla anılacaklar. Genç gazetecilere örnek oldular. Fevkalade güç koşullar karşısında meslekten kopmamak için uğraş veren gazetecileri görün. Verdikleri mücadeleye göz atın. “Gazeteciliğin sonu geldi, kağıt gidiyor” mavallarına da inanmayın. İster kağıtta, ister dijital ortamda yapılsın gazetecilik hep var olacak. Heyecanını yitirmemiş, insan odaklı haberciler de öyle.