M. Kemal Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığının nasıl olduğu toplum içinde tartışılır durur. Kısacası, M. K. Atatürk, tüm Cumhuriyet kurumlarına egemen, onları denetleyen, yöneten bir Başkandır. Bakanlar kurulunu istediğinde, istediği yerde, istediği kapsamda toplayan, Başbakan da içinde olmak üzere, tüm bakanları istediğince değiştiren, görevden alan, yolsuzluklar doğrudan kendisi soruşturan, yatırımları yönlendiren, ulusal tutumu oluşturan bir başkandır. O, önderi olduğu Türk Devrimi ile kurduğu ilkutu (devleti) titizlikle koruyan bir bilge, ülkü adamı, ilteriştir. Türkçe’de “ilteriş” devlet (ilkut) kuran kişiye verilen addır. Mustafa Kemal bir ilteriştir. Gerçek adı “Mustafa”, öğretmenin eklediği “Kemal”, 1934’de soyadı yasasıyla aldığı soyad “Atatürk’tür”. 1934’den sonra imzasını “Kemal Atatürk” olarak atmış, kendisine diğer çağrıltıları olan “Paşa”, Gazi Paşa”, “Gazi”, “Halaskar Gazi”, “Mustafa Kemal” adlarıyla değil “Atatürk” olarak söylenmesini istemiştir. Hitler’in deyişiyle, o bir “ilteriş’tir”. O, izi yok edilmek üzere olan Türklere bir toprak, bir ilkut (devlet) kazandıran, aydınlanama devrimleriyle; batılaştırıp erdem, onur, saygınlık, çağdaşlık, uyanış, eğitim kazandırmıştır. Yokdan var ettiği Türk ulusunu güdüleyerek ona en yüksek, en ileri ereklere ulaşmaya yönlendirmiştir. O, benim yol göstericim Mustafa Kemal Atatürk’tür”. Hitler, Atatürk’ten aldığı bu esin ile “Alman soyu seçkindir, Alman soyu kök ulustur” diyerek, K. Atatürk’ün, “Türk ulusu anlaklıdır, Türk ulusu çalışkandır, Türk ulusu soyludur” sözünün benzerine söyleyerek özgüven sağlamıştır. Böylece, I. Güre (enerji-Dünya) savaşının bezginliğini, yılgınlığını üstünden atamamış Alman ulusunu yeni bir erekte birleştirerek, ulusal bir güven, onur, beğeni kazandırmış, toplumu yeniden ayağa kaldırarak, yeniden uranlaşan (sanayileşen) Almanları II. Güre savaşına yönledirebilmiştir. 50 milyon kişinin ölümüyle sonuçlanan II. Güre savaşının, amacı ne denli kötü olursa olsun, coşkusu ile yaratmış olduğu Alman ulusu yedi düvele kafa tutabilmiştir. O gün yaratılan Almanya’nın yayılmacı, sömürücü esini bugün Avrupa Birliği’nin çekirdeğini oluşturmuştur. Osmanlı’dan “milliyetçilik” akımlarıyla koparılan Balkan uluslarını art ardına içine katarak Türkiye Cumhuriyeti’nin karşısına dikmiştir. Hitler’in deyişiyle, “Önder olmak için çok yazmak değil, çok iyi söylev söylemek yeterlidir” Kendisi bir ortaokuldan terk olan Hitler’in ilk geliştirdiği de söz söyleme, topluma sesleniş becerisidir. Tıpkı, Mustafa Kemal’in daha Selanik yıllarında kendini “güzel konuşma ile etkili konuşma becerisini” kazandırdığı gibi. Bunun son örneğini de, Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan, etkili seslenişleriyle, yarıştığı konusunda iyi bir bilimci olan, ancak etkili konuşmayan Prof. Dr. Ekmellettin beyi alt etmesidir. Bugün Atatürk’ün “Gençliğe seslenişini”, “Onuncu Yıl Söylevini” dinlerken nasıl tüylerimiz, coşkudan dimdik oluyor! Etkili önderler, ulusa seslenişleriyle o coşkuyu yaratabilmeliler. Yoksa pısırıklardan ne ocak (parti) başkanları, ne de ulusal önderler yaratılamaz. Türkiye’de karşıt (muhalif) ocakların yönetime gelememelerinin en büyük nedenlerinden biri de ulusal coşku yaratamamalarıdır. Onlara söylenecek en güzel söz “pısırıktır”. Yanılgılarından öğrenmeyen toplum önderleri asla gelişemezler. O nedenle bu singinler, Cumhuriyetimizi karabatağa sürüklemişlerdir. Atatürk derki, “Ulusu birleştirmek için ortak simgelerin oluşturulması gerekir”. Bu nedenle, yeni kalkışmanın simgesi olarak “Bozkurt’u”, ayrıca “Tek ayçalı, tek yıldızlı Albayrağı” seçmiş, ulusu onun ardında toplanmaya çağırmıştır. Devrimlerini de “Altıok’da” birleştirmiştir. O altıok ki bir ocaktan (partiden) çok “Türk Devriminin” simgesidir. Hitler benzer coşkuyu “gestapo” simgesiyle başarmıştır. Yeryüzünde, 1917’nin Bolşevik devrimi sona ererken, 1949’un Mao devrimi günümüzde evrilerek, Türk Devriminin “Karma akçal (ekonomik)” düzenine oturmuştur. Karma akçal düzenden ayrılan, günümüzün Türkiye’si ise artık geçimini, öz topraklarını, üretim kaynaklarını yabancıya satarak kendini kemirerek yok etme aşamasına gelmiştir. İlteriş Atatürk, Cumhuriyet ile elerkiyi (demokrasiyi) oluşturduktan sonra seçildiği “Toplum Başkanlığı (ilkutbey) – Cumhurbaşkanlığı” orununda yalnızca kamutaydan (meclisten) gelen önertilere onay veren bir onay orunu, Atatürk’ün ağzıyla bir “mühürcübaşı” olmamıştır. M. Kemal Atatürk, ister sevilsin, ister sevilmesin, bilge bir ilteriş olarak kurduğu ilkutunun (devletinin) tüm kurumları ile kuruluşlarını tutacak kişileri ölünceye dek kendisi seçmiş, işe yaramazları, yolsuzluğa karışanları kendi oyuyla görevden alarak yenilerini atamıştır. 1934 Yılında Atatürk’ün yönetim ile Bakanlar Kuruluna çok karışan K. Atatürk’e karşı Başbakan İnönü’nün direnişine dayanamayıp, ona “Görevden çekiliniz” diyerek, ödünsüz eğilimini göstermiştir. O, yeni bir devletin işleyişini tasarlayan, onun en yüksek verimle çalışmasına özen göstererek, Türk devrimlerinin “altıok” çizgisinden sapmasına asla izin vermeyen bir kurtarıcı, kurucu başkandır. Onun için, yeryüzünde hiçbir olgu, onun ulusu ile ilkutundan (devletinden), yeniliklerinden değerli değildir. Bu değeri korumak için o bir kartal, o bir kurt, o bir sungur (şahin) kesilirdi. Doğrusunu söylemek gerekirse, Atatürk bir “Cumhurbaşkanı” gibi değil, bir “Başkan” gibi Türkiye’yi yönetmiştir. Atatürk 1938’de öldükten sonra, devlet ile hükümet işleri ayrılmış, Cumhurbaşkanları bir “mühürcübaşı” olmuştur. Bakın buna bir örnek vereyim, “Bir gün, Atatürk’ün de bildiği Şakir Kesebir adlı bir işadamı, Atatürk’e Avrupa’dan, altın kaplamalı, üzeri pırlanta kakmalı bir tütün kutusu getirir. Atatürk bu kişiyi inceletir. Şakir Bey bu günlerde ne yapmaktadır? Lozan barış görüşmeleri sırasında Türkiye Cumhuriyetinin Dış İşleri Bakanlığını yapmış olan Yusuf Kemal Tengirşenk, Şakir Beyin Milli Savunma Bakanının işlerini yaptığını söyler. Atatürk’ün koruması Nuri Conker de, Şakir Beyin, Savunma bakanı Recep Peker ile içli dışlı olduğunu, ayrıca bakanlığın işlerini yüklenerek yükünü vurduğunu söyler. Atatürk işin üstüne düşer, ivedilikle Kılıç Ali’nin evinde Milli Savunma Bakanı Recep Peker’e kısaca durumu sorar; “Bu senin Şakir bana bu pırlatalı kutuyu “rüşvet” olarak verdiğine göre, kim bilir sana ne verdi?”. Ondan işgillenmesi ona yetmiştir. Recep Peker’in Bakanlığı bırakmasını hem Kılıç Ali’den, hem de Başbakan İsmet İnönü’den ister. İnönü, Atatürk’ün Bakanlar Kurulu işlerine parmağını çok sokmasından sıkıldığı için direnince ona şunları söyler; “Benim devlet reisi olarak görevim nedir? Siz bildiğiniz gibi işleri yürüteceksiniz, ben de sizin işlerinizin mühürcübaşısı olacağım! Öyle mi? Sen böyle mi anlıyorsun Başbakanlığı? Böyle mi ülkeyi yöneteceksin? Başbakan demek dokunulmaz demek değildir. Doğal olarak yaptığın işler eleştirilecek. Eleştireceklerin en başında ben gelirim! Beğenmediklerimi söyleyeceğim, düzelteceksiniz. Sizin göreviniz budur! Siz ivedilikle görevi bırakınız (1)” “Başbakan İsmet İnönü neye uğradığını şaşırır. Araya, Atatürk’ün diğer koruması Salih Bozok’u koyarak, bağışlanmasını diler. Bağışlanır. Yeni kurulan Bakanlar Kurulunda, Recep Peker yer almaz, (1).” Tüm bu olaylar, Atatürk’ün yolsuzlukla bir başına baş ettiğini, bu amaçla gözünü kırpmadan işgillendiği Bakanı, ötesi işine karışılmasını istemediği bir Başbakanı bile görevden alacak düzeyde ulusun çıkarları için devletin egemenliğini düşürmediği bir Başkandır” İşte böyle bir bilge, erdemli, onurlu, düzgün, tüzebilir (hukuk bilir) bir kişi “Başkan” olabilir. Ancak, Atatürk döneminin başkanlık düzenine, günümüzde yeniden dönebilmek için başkanlık isteyen bir Cumhurbaşkanının, bu özellikleri yüklenip yüklenmediğinden kuşku duyulmaması gerekir. Çünkü, ona titizlikle koruyup, geliştirmesi için ödünç verilecek, Türk Devrimlerini korumak, bağımsızlık, toprak, bayrak, ordu, elerki (demokrasi), bilimgüderlik (sekülerite), çağdaşlık, kısacası bir ülke ile geleceğidir. Ne mutlu Türküm diyene.