İstanbul ilk yazının günlük güneşlik serince bir günüydü. Arnavutköy iskelesinden Çengelköy-Arnavutköy-Bebek-Anadolu Hisarı-Kanlıca-Emirgan-İstinye dolamını yapan, orta boy bir yolcu teknesine atladım, saat tam 07:35. Hergün o saatte kalkar. Turunu 50 dakikada bitirir. Günün Beykoz sırtlarından doğru ışıklarını yansıttığı Boğaziçi’nin yalıları, erguvanlarla bezeli, yeşilin tüm tonlarını içeren son kalan koruluklar, Boğaz’ın kırpım kırpım akışı, Boğaz ortasında umutla lüfere, çinekopa olta atmış balıkçıların bekleyişleri, kıyıda çaparilerini atmış çinekop çeken balıkçıların coşkusu İstanbul’u eşsiz yapmaya yeter. Tekne ile açılınca; yollardaki ne çöpleri, ne araç gidiş geliş gürültüleri, ne yaya yolu bozuklukları, ne esenleşmeyen kişileri görüyorsun, olumsuzluklar silinip gidiyor, onları görmez, işitmez, koklamaz oluyorsun. Sanki sanırsın pürüzsüz, eksiksiz bir İstanbul. Elin kıvraklıkla görüntü çekerine gidiyor. İşte, olağanüstü öreğiyle Bebek söğkesi (parkı) kıyısında Mısır Konsolosluğu, sanki koskoca bir bayzın (saray). Kuzeyde anıtsal duruşuyla geçmişe tanılık etmiş Rumeli Hisarı ile dineltileri. Avrupa’yı Asya’ya bağlayan, güneyde Boğaziçi, kuzeyde Fatih Sultan Mehmet köprüleri ile üzerinde vızır vızır geçen araçlar, sanki bir oyuncak gibi. Ah o toz şekerli yoğurtların yendiği Kanlıca’da, Kanlıca yalıları birbirini okşar gibi yeşillikler içine gömülmüş sanki bir Türk yalçı (tahta) ev öreği (mimarisi), her yanı ayrı bir sevgiyle işlenmiş, çoğu ak, diğerleri ayrı boyalı, her biri güzellikte birbirleriyle yarışıyor. Kanlıca’dan binen kişilere bakınca belli ki erken gün işçileri, kurun (kahverenkli) tenli yüzleri asık, alın çizgileri derince, yaşama karamsar bakan bizim yurttaşlarımız, bezgin. Yanıma oturan kumral, gülümser iki alımlı kız belli ki okul görmüş, iş kadını. Cumartesi karşıya ertirliğe (kahvaltıya) gider olmalılar. Emirgan Çomukevinin kırçıl kireçtaşından yapılma upuzun uzundırazı (cami minaresi), arkasına aldığı Emirgan yeşiliyle sanki bir yağlı boya içinde beliren ayrı bir güzellikle bezenmiş. Kıyıdaki çaybahçelerinde ertirliğe gelmiş, demli çay yudumlayan yığınlarca kişi, tekler, sevgililer, evgiller, çoluk çocuk. İstinye koyundan gemi yapım yerleri kalktı ancak, yerine koyu kirleten asla balık yaşamına izin vermeyen yat yanaşmalığı oluştu. Artık her iş kazanç sağlama amaçlı. Kişi yaşamı çoktan ardalandı. Yolcuların tümü İstinye’de boşaldı. Karşı bakkaldan bir Hürriyet çağımı (gazetesi) alıp, yatların yanında, hem günün ışığını aldım, hem de ülkemden sıkıcı duyuruları. Yılmaz Özdil, Em. Deniz Albayı Murat beyin ölümüne üzülerek yazmamış, ancak annesinin elini öperken görüntüsü var. Onu derinden etkilemiş. Mançini Türkiye günlarini en kazançlı olarak geçirmek istiyor. Aziz Yıldırım’ın içeriye alınıyor olmasına alındım. Beşiktaş yine milyonlarca avro ödeyerek bir işe yaramaz, ancak ünlü ayaktopcuyu daha akça kaptırmak üzere. Bizler bu ülkede sanki “Avanak Avni’ye” döndük. İstinye koyu içine atılmış, çağımlar, kağıtlar, yemek artıkları, kola, bira kutuları, balıklar yesin diye ekmek artıkları, çilim (sigara) kutuları, deniz anaları ile busbulanık su. Öylece baktım gözüm bir balık aradı, yok. Deniz yaşamı bitmiş. Yanımdan birkaç kişi koşarak geçti, esensiz. Karşı yönden gelen Sarıyer’e doğru yönlenmiş, tam donanımlı ikiteker sürücüleri, ayaklara güçle basıyor, tekerler tırsıyarak dönüyor, kasklı başlar dümene doğru eğik. Emirgan burnunu döndüm, bir tekne. Teknede beş kişi, ikisi balıkadam, deniz içinde, yanlarında bir ip ile boru. Kapkara giysiler, tekne içinde bir yığın üstü kahverengimsi kara kirli midyeler. Domuzlar ormanın, midyeler denizin çöpçüsüdür derler. Yıllar önce, yanına sık sık uğradığım Sarıyer balık pazarındaki midye oytarmacı Temel onu söylemişti; “Hocam. Evet çiğ midyeyi seviyorsun ancak altıdan çok yeme ağular (zehirler). Bunların içinde öldürücü ağır metaller var. Midye sağlıklı bir deniz ürünü değil. Kaldı ki denizin temiz olduğu yerde de midye olmaz” Onu düşündüm. Ne yapsınlar ekmek parası. Beş kişi, ikisi dalıp kazıklı yoldan, dipten midye söküyor, ağzında su borusundan yapılma lastik soluk alma borusu, gözlükler gözünde, giysisi tüm eğinine (bedenine) yapışmış. Çaresiz! Ne yapsın? Birisi çıma, diğeri kaptan, diğeri midyeleri çuvala dolduruyor. Çalışkan, özverili beş kişi, satacakları midye beş para etmez. Ancak adı, “Sarıyer Midyesi” olunca gider. Ekmek arası midye tava, ya da midye yahnisi de ne güzel olur değil mi? Doğrusu ağzım sulandı. Eskiden Florya kıyılarına gidip, hem yüzer, hem de teneke üzerinde boklu midye yapardık, temizlemeden. Yahu ne de lezzetli olurdu! Yanımdan kapkara örtülere bürünmüş, gözünü üçken gibi açmış kısa boylu bir kadın geçti. Bunları yakınları, eşi nasıl tanır? Kaldı ki, böyle bir anlayışı olana açsada bakmaz kişioğlu. Yazık oldu Türk Devrimlerine, nereden nereye geldik. Sevgisi az, çileli bir toplum olduk. Umut ışıkları kırılmış, elsiz kolsuz, sanki çaresiz, sürü gibi güdülen bir toplum. Aydını ışıldakla ara ki bulasın. Bilisizlik, bilinsizlik koskocaman bir Ağrı Dağı olmuş, toplumun üzerine kömür tozu yağmış boğuluyor, ayırdında değil. Albayrak boyalı Türkiye’m, sen nasıl da çarçabuk karalara büründün? Pazartesi gülen kişilerin ülkesine uçuyorum; Beyaz Rusya-Minsk. Uğurlu günler dilerim. Görüşmek üzere.