Sabah evden çıkıyorum. Sıcak nemli bir hava var. Sis aralandığında güneş yüzünü gösteriyor. Çiçekler açmış, leylak ve ıhlamur kokuları sarmış ortalığı. Martı sesleri kuş cıvıltıları arasında vapur iskelesine doğru yürüyorum. Her şey iyi güzel de uyandığımda yüreğime yapışan sıkıntı neden geçmek bilmiyor? Günlerin kafa yorgunluğuna veriyorum. Dost ölümleri pek üst üste geldi. Daha Alpay Kabacalı’nın acısını atamadan üzerimden bu kez de Bülent Habora’nın ölüm haberi geldi. Bizim ‘60 kuşağının güzelim insanları bir bir bizi yalnızlığa terk edip gidiveriyorlar. İkinci kitabım “Güneşin Düşmanları” nın ön sözünü Alpay yazmıştı. Yazarlığın, gazeteciliğin çilesini çekmiş, soruşturmalar ve cezaevleri ile erken tanışmıştı. Yaşamı boyunca kendine yapılanlardan hiç yakınmadı. O sıkıntılı dönemlerindeki dik duruşunu korudu hep. Tam bir emek insanıydı. Şöhrete yüz vermeyen alçak gönüllü üretken bir yazı adamıydı. Araştırmacı gazeteciliğin öncülerinden oldu. Ölümüne dek bilgi dağarını belgelerle destekleyerek topluma yadsınamaz önemde değerli yapıtlar bıraktı. “Türkiye’de Siyasi Cinayetler” ve “Osmanlı’dan Günümüze Sansür” çalışmaları her gazetecinin her aydının kitaplığında bulunması gereken yapıtlarındandır.
Bülent Habora’yı 1961 de Son Posta’da tanımıştım. Gazetecilikten çok edebiyata meraklıydı. Şanslıydık, Cengiz Tuncer, Tarık Dursun K, Aydın Emeç, Bülent Şener gibi kültür birikimleri ile bizi etkileyen yazı işleri kadromuz bir başka deyişle ustalarımız vardı. Bülent bir süre sonra çok sevdiği edebiyat dergilerine döndü. Kitap tutkusu onu yayıncılığa itti ve Habora Yayınlarını kurdu. Her güzelliği paylaşmak isteyen heyecanlı bir yapısı, çalışkan dürüst bir karakteri vardı. Alpay gibi o da alçak gönüllülüğü hiç elden bırakmadı.Yıllar sonra evrensel’de buluştuk yazılarımızla. Tatlı bir sürprizdi.
Galiba tüm bu dost ölümlerini böyle yoğun bir biçimde anımsamamda Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamlarının yıl dönümü olan 6 Mayıs’ın da etkisi var.12 Mart darbesinin ardından bir yıl boyunca gazeteci kimliğimle Selimiye Kışlası’nda duruşma izledim. Dönemin aydın bilim insanlarına, düşün insanlarına, gazetecilerine özellikle de yurtsever gençlerine yapılan zulme, deli saçması suçlamalara kadar can sıkıcı pek çok şeye tanık oldum. Sonraları yargısız infazlara da. Sırf siyasi bir kan davası haline getirilen Deniz ve arkadaşlarının idamı, toplumda derin yaralar açtı açmasına ama 20’li yaşlarını süren gençlerin ölümleri, öldürülmeleri bitmedi. Devlet çarkının gençleri potansiyel suçlu ilan etme alışkanlığı da tam o sıralarda başladı ve yazık ki günümüzde de devam ediyor Ali İhsan Korkmaz’lara, Berkin Elvan’lara kadar gelip dayanıyor.
Bazen yaşımdan çok gördüklerimin, tanık olduklarımın, çağa ayak uydurmada bir arpa boyu yol kat edemeyen demokrasimizin yorgunluğunu hissediyorum üzerimde. Birlikte yol arkadaşlığı ettiğim güzel insanları yitirmek bu açıdan daha da acı veriyor. İçim yanıyor. Yanlış anlaşılmasın sakın. Hayır, pes etmiş karamsarlığa kapılmış filan değilim. Gezi, bize ipuçlarını verdi.Taptaze solukları, paylaşmaya dönük çalışmaları, yiğit duruşları ile yepyeni bir gençlik geliyor. Yarınlar onların…
6 Mayıs’ın anısına yazımı Can Yücel’in bir şiiri ile sonlayacağım:
‘Mare Nostrum’
En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de devrim
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi…
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!
İlkyaz türküsü ya da Guernica’yı anımsamak*
Kimilerine göre aşkın, coşkunun, güzelliğin mevsimidir ilkyaz. Yenilenen doğa sevinç taşır insanlığa, umut tazeler. Kimileri içinse ölüm, kıyım ve acının adıdır. İlkyaz. Eğer Irakta, Filistin’de, Darfur’da yaşamıyorsanız, eğer Guernica, Hiroşima ve Nagazaki’deki toplu ölümleri ve yıkımları duymazdan gelen, anımsamak istemeyenlerdenseniz bu tür duyguları anlamakta zorlanabilirsiniz. İspanyolların evrensel değeri Rafael Alberti “İlkyaz Türküsü” şiirinde bu yaman çelişkiyi dile getirir:
“Sevinç durmasın yeşersin,
Sevinç ilkyazın güneşiyle,
Ne çıkar ilkyaz gelse de
kederli olmaya neden var bir sürü.
Bir yerleri kanar dünyanın.
İşte ilkyaz geldi.
Ne çıkar ilkyaz gelse de,
Ölüm dolanır durur başıboş.
Aydınlık sevinç nerede, bul onu.
Soğuk rüzgarlarla kararan yerde mi?
İlkyaz nasıl kök salar?
İlla ki ölüm mü gerekli?
İspanyanın Bask bölgesinde antik küçük bir kenttir Guernica.10 bin Basklının yaşadığı kentin Castilla Krallığına dek uzanan köklü bir tarihi geçmişi, efsanelere dayalı kutsal bir kimliği var. Takvimler 1937 ilkyazını gösterirken İspanya iç savaşı da tüm hızıyla sürüyordu. General Franco’nun önderliğindeki faşist güçler iktidardaki Cumhuriyetçileri devirmek için var gücüyle saldırmaktaydı. Franco Hitler Almanya’sının Nazi kuvvetleri tarafından açıkça desteklenirken, batılı ülkelerin hemen tümü yansız kalmaya özen gösteriyor, Hitler’le iyi geçinmenin yollarını arıyorlardı. İlkyazın güzelliklerini doyasıya yaşamaya alışkın Guernica halkı 26 Nisan 1937 sabahına her zamanki gibi erken saatlerde neşe içinde uyanmıştı. Çok sürmedi yaşam sevinçleri. Uçak filoları kapladı gökyüzünü. Franco’yu destekleyen Nazi uçakları, yeni ürettikleri bombaların etkisini ölçmek için bu küçük antik kenti deney alanı seçmişlerdi. Daha sonra 2. Dünya Savaşında atom bombasının gücünü Hiroşima ve Nagazaki’de deneyen ABD gibi. Faşizme onurla direnen Guernica, halkı ve kentiyle göz açıp kapayıncaya kadar bir yıkıntıya dönüştü. Binlerce kişi öldü, yaralandı, sakat kaldı. Batılı bir kısım medya bu faşizm zulmünü görmezden gelmeyi yeğlerken Fransa’da yayınlanan “Humanite” gazetesi vahşeti yalın ve çarpıcı bir başlıkla duyurdu dünyaya: “Bu sabah artık Guernica yok”. Yıllar sonra Nurnberg Mahkemesinde Nazi suçlarından yargılanan Mareşal Göring, Guernica için şunları söylüyordu: “Kenti deney alanı olarak kullandık. Bu içler acısı bir olaydı. Ama başka türlüsü de olamazdı. O dönemde böylesi deneyler başka türlü gerçekleştirilemezdi.”
Guernica unutulmadı. Barışa, halkların kardeşliğine inanan pek çok ulustan aydın, sanatçı, yazar, şair Guernica için kaleme sarıldı, Guernica’yı ölümsüz kılansa İspanyolların dahi ressamı, barış eylemcisi Picasso oldu. Guernica katliamını duyduğunda Fransa’da sürgündeydi.
1 Mayıs 1937’de hemen çalışmaya koyuldu. Çok sayıda eskiz çizdi. Yoğun çalışma sonunda bir yıldan az bir zamanda tabloyu bitirdi. Modern savaşın acımasızlığına dikkat çeken, sergilendiği her ülkede yoğun ilgiyle izlenen Guernica tablosu anavatanı İspanya’ya ancak Franco’nun ölümünden sonra dönebildi. Picasso’nun “Guernica” tablosu günümüzde Madrid Reina Sophia Müzesi’nde sergileniyor.
Anımsayacaksınız, Irak Savaşının hemen başlarında Colin Powel Birleşmiş Milletlerde basın toplantısına çıkarken hemen arka panoda bulunan bir Guernica tablosunun üstünü örttü görevliler. Örttüler çünkü emperyalistlerin güçleri ne olursa olsun vahşetlerinin izinin gelecek kuşaklara kalmasından korkuyorlar. Yarına belge olabilecek her nesneden ürküyorlar. Resimden, fotoğraftan, belgesel filmden, yazıdan, şiirden, karikatürden, heykelden korkuyorlar. Kalemini satın alamadıkları gazeteciden de… Geleceğe cinayetlerinin izi kalmasın istiyorlar. Ama yağma yok. Gelecek kuşakların lanetinden kaçamayacaklar.
(* 26 Nisan 2014 Guernica Katliamı’nın 77. yıl dönümü. Guernica’yla ilgili yazdıklarımı pek çok kez okurlarla paylaştım. Bu kez 24 Nisan 2004’te yayınlanmış bir yazımı yineleyerek Guernica’yı anmak istedim. Rafael Albert’in şiirinin çevirisi A. Kadir ve Afşar Timuçin’e ait. Alıntılar ise Düşün Dergisi’nin Temmuz 1985 sayısındaki Guernica’ya ilişkin bir çalışmadan…)