SARAYLAR HAKKINDA
BEŞİKTAŞ SAHİL SARAYI
Beşiktaş sahilinde,Topkapı sarayı ve Üsküdar Sarayı’ndan sonra üçüncü büyük saray. Günümüzde yannızca18.yy sonlarında Antoine –Ignace Melling, A.de Beaumont ve D’Ohson albümündeki L’Espinasse imzalı üç gravürle gelmiş; sarayın çeşitli dönemlerde geçirdiği değişimleri bir bütünlük içinde anlamamızı sağlayacak çok fazya sayıda arşiv belgesi henüz değerlendirilmemiştir.Saray geleneksel Osmanlı saray anlayışına uygun olarak birbirine galeriler ile bağlı yada tamamen bağımsız çok sayıda köşkten oluşuyordu. Tahta çıkan her sultan yeni köşkler eklettiği, eskilerin yenilettiği veya ortadan kaldırttığı için belgelerde kaydedilen köşklerin sayısı devamlı değişmiştir.Sarayın Osmanlı saray teşkilatını yansıttığı; enderun ve birun dairelerin sahilde,harem dairelerin iç tarafta olduğu anlaşılmaktadır. Boğaziçi’nde Beşiktaş semti,, II.Mehmed’den (Fatih) itibaren sultanların ilgisini çeken semtlerden olmuştur.Buradaki ilk saray inşaatını II.Bayezid dönemine kadar uzardığı ileri sürülmektedir. I.Ahmed döneminde (1603 –1617), yeni köşk ve daireler için arazi sağlamak amacıyla Beşiktaş’ta küçük bir körfez oluşturan mahalde denizin doldurulması bölgenin Dolmabahçe diye isimlendirilmesine yöredeki Karabali, Dolmabahçe bahçeleri ile Beşiktaş Bahçesi’nin ayırt edilmelerine yol açmıştı. En fazla rağbet edilen hasbahçelerden biri olan Beşiktaş Bahçesi bu dönemden itibaren en ön plana çıkmaya başlamıştır. 17.yy tarihleri I.Ahmed’in burada önceki köşklerden daha güzel, geniş ve yedi kubbeli bir saray inşa ettirdiğini ve çıkarılan latif suyun fiskıyeli ve şadırvanlı havuzlara döküldüğünü kaydetmektedirler.Gene bu yüzyılın vakanüvislerinden olan Fındıklı Mehmed Ağa, Silahdar Tarihi’nde 1679 olayları arasında, bir zamanlan kaptan-ı deryalara tahsis edilmiy bulunan ve Cağaloğlu (Cığalzade) Yalısı diye bilinen miri sarayın deniz yönündeki harem duvarı ve bu duvarın üzerindeki köşk dışında tüm harem dairesinin yıktırıldığını ve saraya ait bostandan yer alınarak on ayda bir “ saray-ı dilküşa”, hasoda önünde de “ mücevvef (oyuk) ve sengin (taştan)” kemerler üzerinde bir “ kasr-ı ziba” inşa edildiğini, ayrıca sarayın ihtiyaç gösteren kısımlarınında tamir edildiğini söylemiştir. İnşaat on altı ay sürmüştür. Vakanüvis Raşid Efendi’nin 18.yy’ın ikinci yarısında kaleme aldığı tarihinde ise, 1679’da IV.Mehmed’in (hd 1648 –1687) Beşiktaş’ta yaptırdığı saraydan bahisle sultanın inşaatı beğenmediğini, hesapları teker teker kontrol ettirdiğini ve daha az ödeme yapılmasına karal verildiğini belirtmektedir. Raşid’in saray diye söz ettiği yapının aslında tek bir kasır olduğu ve büyük bir olasılıkla I.Ahmed’in burada yaptırdığı bilinen köşkten bahsedildiği akla gelmektedir. Vakanüvis Naima 1629 –1630 olayları arasında, IV.Murad’dan bahisle, I.Ahmed’in yaptırmış olduğu bir kasırda geçen bir olaya değinir; ancak kasır hakkında bilgi vermez. Evliya Çelebi’nin Beşiktaş hasbahçesinden bahsederken çok geniş olmadığını söylemesi 17.yy ortalarında burada henüz bir saray külliyesi oluşmadığını düşünmektedir. IV.Mehmed zamanında yapılan inşaat ve tamirat faaliyeti, oğulları II.Mustafa (hd 1695 –1703) ve III. Ahmed devirlerinden de devam etmiş, önce Beşiktaş Bahçesi Kasrı’nın çinilerinin onarımı için gönderilen örnekler uyarınca İznik’ten yeni çini siparişinde bulunulmuş; 1704’te hazırlanan bir müfredat defterinde görüldüğü üzere daha kapsamlı bir tamirat yapılmıştır. Bu defterde cirit meydanına bakan bir kasır ile Karabali Bahçesi’ndeki yeni bir köşkten söz edilir. Saray özellikle III.Ahmed zamanında (1703 –1730) genişletilmiş, daha sonraları eskiyen binalar onarılmış, yeni binalar eklenmiş ve bazı mahallerin eşyaları yenilenmiştir. Bu ek binalarla sarayın büyüyebilmebisi için sürekli olarak saraya komşu yalılar istimlak veya müsadere yoluyla saray arazisine katılmıştı. 18.yy’ın ilk çeyreğinde Nevşehirli Damat İbrahim Paşaa’nın İstanbul’un harap binalarının yabancıların gözünde neden olacağı olumsuz etkileri engellemek amacıyla başlattığı imar ve onarım hareketi ve 18.yy’da Boğaziçi sahillerine gösterilen rağbet sonucu Beşiktaş Sahilsarayı sık sık binişlere sahne olduğu gibi yaz mevsiminde saray halkının bir kısmının Topkapı Sarayı’ndan kalkarak yazlığa geldiği ve üç ay süresince yaşadığı bir mekan oldu. I. Mahmud da burada 22 sütunlu bir “ kasr-ı dilara” inşa ettirmişti. 1748 ve 1753’te Dolmabahçe’nin ardındaki sırtlarda servilik içinde I.Mahmud, kaynaklarda Kasr-ı Cihannüma, Sayeban-ı Hümayun, Bayıldım, İftariye ve S ervilik isimleriyle anılan, yerleri kesin olarak saptanamayan köşkler ve kasırlar inşa ettirmişti. 18.yy ortasından itibaren sürekli olarak onarılan ve yeni binalar eklenen saraya Beşiktaş ya da Dolmabahçe Köşk ve Bahçesi denilmiştir. Beşiktaş Sarayı’nın asıl önem kazanması da bu yüzyılın sonunda III,Selim döneminde olmuştur. III.Selim en çok Beşiktaş Sarayı’nda yaşamış; 1780’de ahşap sahilsarayın yeniden inşası ile Mellig’i görevlendirmiş, bu sırada mevcut köşkler onarılmış ve çok sayıda yeni bina eklenmiştir. İnciciyan, lodos fırtınaları nedeniyle sık sık hasar gören sarayı hemen her yıl onarmak zorunluluğu bulunduğunu belirtmektedir. II..Mahmud da (hd 1808 –1839) zamanının büyük kısmını Beşiktaş Saray’nda geçirmeyi tercih edince kışın oturmaya uygun olmayan bütün yapıları yıktırmış; 1809’da Avrupa üslubunda Beşiktaş Sarayı’nı yeniden yaptırmıştı. II.Mahmud’un 1834 1835’te yaptırdığı bu kagir sarayın mimarı devrinin hassa mimarı Kirkor Balyan idi. Eski Çırağan Sarayı olarak bilinen bu saray (Thomas Allom’un gravülünde görülmekte) Abdülmecid tarafından yıktırılarak 1853 –1854’te yerine bugünkü Dolmabahçe Sarayı yapılmıştır. Mimari Garabet Balyan’dır. Abdülmecid ve Abdülaziz 1871’de şimdiki yeni Çırağan Sarayı’nı yaptırmıştı. V.Murad üç aylık padişahlığından sonra 27 yıl bu Çırağan Sahilsarayın’da yaşadı; II. Meşrutiyet’te meclis binası olarak kullanıldığı sırada 1910’da yanan Çırağan Sarayı yıllarca bu halde kaldıktan sonra 5 yıl önce onarılarak bir otel olarak kullanılmaya başlanmıştır. Beşiktaş Sarayı hem Dolmabahçe Sarayı, hem biraz ilerisinde II.Mahmud devrinde yapılmış olan “ eski” Çırağan Sarayı, hem de “yeni Çırağan sarayı ile karıştırılken, sarayın bir köşkü olan Çinili Köşk’ün Beşiktaş Kasrı, diğer bölümlerinin ise Dolmabahçe köşkleri olarak adlandırılmaları ilgili litaratürde birçok karışıklığa yol açmıştır. S,H, Eldem,II. Mahmud’un tahta geçtikten sonra tümüyle Beşiktaş Sarayı’na yerleşmek istemesi nedeniyle başlattığı yoğun tamir faaliyetini ilişkin olarak 1808 tarihli bir belge yayımlamıştır. Hassa mimarı Mustafa Ağa, mimar Hafız Mehmed Efendi ve yardımcıları Foti Komyanos, Yorgi veTodori kalfalar tarafından hazırlanan bu keşif defterinden harem, seferli ağalar, bostancıbaşı ağası , mabeyinci ağalar, kozbekçiler, zülüflü baltacılar, hekimbaşı, kuşcular,daireleri, balıkhane kasrı, kafesli köşk, mabeyin kasrı, mermer köşk, valide sultan dairesi, çinili köşk, ayrıca biri küçük diğeri büyük iki mutfak, hamamlar,iskeleler,ahırlar,havuzlu bahçeler ve bir cami gibi çok sayıda yapı kaydedilmiştir. Bu yapılardan bazılarını eşzamanlı sayılabilecek D’Ohsson ve Mellig albümlerindeki gravürlerle dayanarak tanımlamak mümkün olmaktadır. Öncelikle Eldem’in yayımladığı, 1853 –1854’te Dolmabahçe Sarayı’nın tamamlamak üzere olduğu sıralarda James Robertson’un çektiği bir fotoraf, Balyanlara tahsis edildiği için henüz yıkılmamış olan Çinili Köşk’ü esas alarak deniz tarafından da ağalar koğuşu, valide sultan dairesi, bu dairenin her iki tarafında denize paraler uzanan fevkani tarik denilen galeri, hasoda veya mermer köşk, kameriyeli mehtap bahçesi, balıkhane kasrı, kafesli köşk ve mabeyn iskelesini belirleyebiliyoruz. Srayın Beşiktaş yönündeki ilk yapısı Çnili Köşk idi ‘yerinde uzun süre Beşiktaş Kaymakamlığı olarak kullanılan Dolmabahçe Sarayı’nın bir dairesi yapılmıştı). Köşk, I.Ahmedin inşa ettirdiği kasrın yerinde Sultan IV.Mehmed tarafından 1679 –1680’de inşa edilmiştir. Beşiktaş Sarayı’nı gösteren Melling ve D’Ohsson albümü gravüllerinde kasrın yarıdan fazlası görülmektedir. Üç sofalı plan tipinde olan köşk, Beşiktaş Sarayı’nın Beşiktaş’a en yakın olan noktasında ve rıhtımın 90 derecelik bir açı yaparak yukarı Boğaz’a döndüğü yerde inşa edilmişti; üç yönden manzaraya hakimdi . İkinci katından itibaren dış cephesini tümüyle kaplayan mavi –beyaz çinilerle köşk Boğaziçi’nin hülyalı akmosferinde Avrupalı gezgin ve yazarların özellikle ilgisini çekmiş, içine girememiş olsalar da çok kez tasvir etmeyi seçtikleri yapılardan birisi olmuştur. Yazılı ve görsel kaynaklardan hareketle S.H.Eldem köşkün bir restitüsyonunu hazırlamış ve ayrıntılı bir tasvirini yapmıştır. Kasrın mimarisi genel olarak 17.yy ortalarında ait karakteristik elemanlar taşımaktadır. Valide sultan dairesinden sonra gelen yapı her iki gravürde de ayırt edile bilen, Silahdar Fındıklı Mehmed Ağa’nın Çinili Köşk ile birlikte taş kemerler üzerine inşa edildiğini söylediği hasodadır. Dört zarif sütun üzerine oturtulan divanhane iki yanındaki odacıkların önüne çekilerek üç sofalı plan tipinin bir başka uygulaması gerçekleştirilmiştir. Alt katta divanhaneyi taşıyan sütunlar yuvarlak kemerlerle birbirine bağlanarak yarı açık bir mekan oluşturmuştur. Sultanı saraya getiren ve götüren kayıkların buraya yanaştığı anlaşılmaktadır. Mellng albümünde köşkten sultanın özel dairelerine ve hareme geçiş olduğu bilinmektedir. Sonraları Hasoda Mermer Köşk olarak anılmaya başlanmıştır. S. H.Eldem, Todori kalfa tarafından hazırlanıp II.Mahmud’a sunulan Mermer Köşkü’e ya da Mabeyin Köşkü ‘e ait olduğu sanılan bir plan yayımlamıştır. Beşiktaş Sarayı’nın harem dairesi ise sahilde sıralanmış bu yapıların arkasında, bir bölümü yükse ağaçların bulunduğu bahçenin arkasında gizlenmiş binalar olarak görülmektedir. Harem yapılarının şehir evlerinin karakteristiklerini taşıdıkları, ancak pencerelerinin daha yüksek ve kafeslerinin çok daha sık olduğu kaydedilmiştir. Adı geçen görsel kaynaklarda kaydedilmeyen saray mutfakları, kiler,hazine,baltacılar dairesi, bostancı odaları,mescit,(ler), hamam(lar) gibi mekanların arşiv belgelerinin Osmanlı Saray düzeni göz önüne alınarak değerlendirmesiyle sağlıklı bir biçimde tanımlanabilmesi mümkün olacaktır. BEYHAN SULTAN SAHİL SARAYI Beyhan Sultan (1766-1824) III.Mustafa’nın kızı, III.Selim’in kız kardeşidir.1791’de kendisine temrik edilmiş bulunan Çırağan Sahilsarayı’nın yerinde 1795’te yeni bir saray inşasını başlatmıştı.İnşaat, tamirat ve döşeme faaliyetlerinin sultanefendinin ölüm tarihi olan 1824’e kadar devam ettiği anlaşılmaktadır. Bu civarda birkaç sarayın daha hanedan kadınlara tahsis edilmiş olduğunu kaydeden Dr. Dallaway,1797’de, özel bir izinle inşası yeni tamamlanmış olan Beyhan Sultan Sarayı’nı gezmişti. Dallaway’in tasvirinden, çıkmalarla denize taşan ahşap ahşap sahil sarayın cephesinin 100 m’ye yaklaştığı anlaşılmaktadır. Tüm yüzeyin aşırı parlak lerklerle ve yaldızla boyalı, gösterişli pirinç süslerle bezeli olduğunu söyleyen Dallway, ilk kattaki yaklaşık 55 m uzunluğundaki salondan diğer dairelere geçildiğini kaydeder. Yazar, iç mekanlarda renklerin ve yaldızın aşırı kullanımını rahatsız edici bulmuştur;kakma süslemeler, düzgün olsalarda kabadır ve perspektif uygulamaları eleştirmeye dahi değmeyecek kadar zayıf görünmektedir. Fakat tavanlar gölkemlidir ; zarif ahşap göçme motifleri pirinç rozetlerle süslenmiştir. Bir odanın tavanındaki süsleme güneş ışınları biçiminde yayılır. Çeşme ve hamamlardaki mermer oyma süslemeler ise bu marangoz işçiliğiyle boy ölçüşemez. Dallaway sarayın içindeki yaldızları kitabelerden de söz eder: Kuran’dan ayetler ya da methiyeler, kasideler her odayı süslemektedir. Deniz üzerine inşa edilmiş, tabanı ızgaralı bir odada, seçkin kadınların balık tutarak kendilerini eğledikleri anlaşılmaktadır. Sarayın arkasındaki bahçeyide gezer yazar, meydancıklarda çiçek setleri, uçacakmış gibi hafif duran köşkler ve buralara serinlik veren som mermer çeşmeler görür. Dallaway daha sonra balık odasına geri döner. Burada kendisine kahve, şekerlemeler ve muhtemelen gülsuyu ikram edilir. Fincanlar, kaplar ve kaşıklar elmasla süslü som altındandır; yazar üstelik şekerlemelerde yakut tozu kullanıldığını öğrenir. Bu görkem karşısında şaşkınlığa düşmüş olan Dallaway, sahilsaraya bir galeri ile birleştirilmiş olan sultanefendinin kocasının sarayını ise çok mütavazi bulur. III.Selim’in gözde devlet adamlarından olan Beyhan Sultan’ın kocası ( o sırada Mora valisi olan) Silahdar Mustafa Paşa’nın da her kul gibi sultanefendiye saygıda kusur etmemesi gerekliydi. Beyhan Sultan, amcası I.Abdülhamid ve kardeşi III. Selim zamanında çok itibar görmüştü. Yalısının tamirinin Fena ve pahalı yapılmış olmasından dolayı II.Mahmud’aşikayette bulunduğunda da amcaoğlu olan sultan,hemen bir hatt-ı hümayum ile olaya el koymuştu. Bu sarayın görsel bir belgesi bulunmadığından, Beyhan Sultan için yeniden inşasına dair kayıtlardaki mekan listelerine yazıkki ancak Dr. Dallaway’in tasviriyle karşılaştırılabilmektedir. Ayrıca Beyhan Sultan’a temrik edilmeden önceki yarım yüzyılı aşkın süre içinde sarayın inşaat ve tamirat serüveni henüz aydınlanmamıştır. 18.yy başında Damat İbrahim Paşa ile eşi, III.Ahmed’in kızı Fatma Sultan’a ait olan Çırağan Sarayı, bu dönemde bir çok eğlenceye sahne olmuştu. Sarayın bu gölkemli yıllarına ait çok sayıda belge ile bir reztitüsyonunu yapmak mümkün olabilmektedir. Ancak Damat İbrahim Paşa’nın 1730’da öldürülmesi, Fatma Sulta’nın da 1733’te ölümü üzerine miriye geçmiş olması gereken sahilsaray 1741’de ancak kısmi olarak (Camlı köşk bölümü) tamir edilmişti. I.Abdülhamid’in tahta çıktığı yıl olan 1774 tarihli bir belgeden sarayın bu tarihte satışa çıkarıldığı öğrenilmektedir; bundan sonra Çırağan Sahilsarayı’nın 1791’de III. Selim tarafından kız kardeşi Beyhan Sultan’a ihsan edilinceyedek terk edilmiş olduğu sonucu çıkmaktadır. 1794 –1824 arasında sultanefendinin Çırağan Sahilsarayının tümüyle yıkılıp yeniden inşasına ve döşenmesi ile ilgili olarak Topkapı sarayı Arşivi ile Başbakanlık Arşivi’nde çok sayıda belge bulunmaktadır. Sarayın tümüyle yıkılmasının gerekmiş olması, sarayın 1791’e kadar terk edilmiş olması yolundaki yargıyı güçlendirmektedir. Sultanın 1824’te ölümü üzerine tekral miriye dönmüş olması gelen sarayın yerinde II.Mahmud 1834’te yeniden ve tümüyle farklı üslupta bir saray (Çırağan Sarayı) inşasına başlatmıştı. BEYHAN SULTAN SAHİL SARAYI Arnavutköy Akıntıburnu’ndaydı. III. Mustafa’nın kızı, III.Selim’in kız kardeşi olan Beyhan Sultan (1766-1824),1784’te Halep Valisi Silahdar Mustafa Paşa ile evlendiğinde, muhtelemen babasının ölümünden sonra gönderildiği Eski Saray’dan ayrılarak kendisine tahsis edilen Çiftesaraylar’a yerleşmişti. Beyhan Sultan da, 18.yy sonunda yaşamış olan emsalleri sultan kızları, kız kardeşleri ve kardeş kızları gibi olağanüstü bir zenginliğe sahipti. Balkanlarda kendisine tahsis edilmiy bulunan mukataa ve malikanelerden sağladığı maddi gücü İstanbul sahillerinde üç yeni sahilsarayı yapımında harcadı. Beyhan Sultan’ın ayrıca birde suriçinde sarayı vardı. Beyhan Sultan’ın sahilsaraylarında bir tanesi Akıntıburnu’ndan Bebek Koyu’na dönüldüğü noktada, Hasan Halife Bahçesi’nden ayrılan arazi üstünde idi. Sultanefendi burada 1800’de inşasına başlanılan, tümüyle yeni bir yalı yaptırmıştı. Mimar başı Mustafa ve Şehremini Hayrullah Ağa’nın kontrolünde inşa edilen yalıda mimar kalfaları, su nazırı, bölük başılar ve “ erbab-ı vukuftan neccar kalfaları” Kirkor, Yağcıoğlu Nikola, Sarkis ve Senkir, Minas ve diğer kalfalar çalışmıştı. Beyhan Sultan’ın kethüdası Arif Efendi de inşaatın her aşamasına nezaret etmişti. Beyhan Sultan’ın Boğaziçi ‘ndeki bu görkemli yalısını kaydeden (bu nedenle de 19.yy’ın ilk yıllarında tarihlenebilecek olan) en erken Bostancıbaşı Defteri yalının,Akıntı burnu denilen yerde, Hançerli Bey’in (sonra oğullarının) ve yüksekte kardeşi Arif Bey’in yalısını takiben, gene Beyhan Sultan’ın banisi olduğu bir çeşme (1804) ile bölükçübaşı kolluğu, kahve, yedekçilir odası ve yeminci,gözlemci,berber, bakkal ve saatçi dükkanlarından hemen sonra geldiğini göstermektedir. 1804 –1815 arasına tarihlenebilecek olan elimizdeki diğer 7 defter ise, bu yıllar içinde Beyhan Sultan Yalısı arasındaMaktur Hacı Hamit Paşazadelerin (miran-ı kiramdan Nuri Paşa ile kardeşi İstanbul Kadısı –daha sonra Anadolu Kazaskeri –Arif Efendi’nin )yalılarının inşe edildiğini göstermektedir. James Robertson’un 1853-1854 yıllarında çektiği tahmin edilen İstanbul fotorafları arasında Akıntıburnu’nu gösteren bir dizeye dayanarak S.H.Eldem,Hançerli Yalısı’ndan sonra gelen (ilk bakışta harabeye benzeyen) alanı, Mısırlı Mehmed Ali Paşa’nın mirasçıları tarafından tamamlanamayan büyük bir sarayın temelleri olarak tanımlanmıştır. Bu sarayın Halil Hamid Paşa oğullarının çifte yalısının arazisinde yapımına başlanıldığı anlaşılmaktadır. Aynı fotoraflar İzzetabad Köşkü’nün sahilinde bulunan Beyhan Sultan Salihsarayı’nın da yerini sonradan Çiftesaraylar olarak bilinecek olan Mihrimah Sultan ve Said Paşa yalılarına terk etmiş olduğura işaret etmektedir. 1836’da İstanbul’da kaydettiği izlenimlerini iki kitap halinde yayımlamış olan Julia Pardoe “ Said Paşa’nın geniş cepheli, düzensiz ‘asimetrik), pembe renkli sarayı, güzel bir koyun başında inşa edilmişti” derken muhtemelenMihrimah Sultan’ın evlenmesi ve vesilesiyle yeni onarılmış olan Beyhan Sultan Sahil Sarayı’ndan söz etmektedir.Arşiv belgeleri Beyhan Sultan Sahilsarayı’nınsultanefendinin ölümünün bir yıl öncesine kadar zaman zaman onarıldığını, eklemeler yapıldığını, yeniden döşendiğini göstermektedir.Eğer varsa,yapılan değişiklikler, daha sonraki onarımlar ya da yeni inşaatlarla ilgili belgeler bazı tasvirlerle karşılaştırarak değerlendirildiğinde ortaya çıkacaktır.Örneğin Said Paşa’nın sarayından Miss Pardoe’nun tarifine benzer bir şekilde söz eden Robert Walsh sarayın kırmızı boyalı olduğunu söylemektedir. Ayrıca Miss Pardoe’nun Beauties of the Bosphorus adlı kitabında “ Beşiktaş tepelerinden kuzeye bakış” olarak isimlendirilen Bartlett imzalı bir gravür çevresi,ile birlikte değerlendirildiğinde Beyhan Sultan Sahilsarayı’nın arka cephesini gösterdiği anlaşılmaktadır. Bu garavürde bir avluyu kuşattığı görülen mekanlar Beyhan Sultan Sarayı’nın 1803 tarihli ayrıntılı keşif defterindeki mekan listesinde yer alan mahaller ile çakışmaktadır. Beyhan Sultan’ın belgelerde Arnavurtköy, Akıntıburnu, Hasan Halife ve Bebek Sarayı olarak adı geçen bu sahil sarayın görkemli cephesi hakkında ise Joseph Shrantz’ın kara kalem, sulu boya ve litograf tasvirleri ile Thomas Allom’un bir gravürü aydınlatıcı olmaktadır. Dar bir rıhtımda yükselen saray yüksek bir sağır duvar üzerinde ikikatlıdır. Bu duvara oturan, sahilsaraylardan sık görülen ya da kameriyeden sonra beş adet birbirinin aynı ve bu çıkmaların düşey hareketi cepheyi canlandırmaktadır. Beyhan Sultan (ya da Said Paşa) Sahilsarayı günümüze ulaşamayan görkemli 19.yy saraylarından biridir. HASEKİ TARLASI SARAYI Vişnezade Mahallesi’nde yer almaktaydı. “Tarlabaşı Sarayı” olarak da anılan ve günümüzde tamamen ortadan kalkmış bulunan Haseki Tarlası Sarayı’nın mimari özellikleri hakkında bildiklerimiz bazı eski fotoraflarla S.H. Eldem’in hazırlamış olduğu plan restitüsyonlarına dayanmaktadır.Söz konusu saray, bünyesinde barındığı, sedir ve yüklük gibi,geleneksel Osmanlı sivil mimarisine has birtakım öğelerin varlığından harekete 19.yy’’n ilk yarısına tarihlenebilir. Saray,aralarında havuzlu bir iç bahçenin bulunduğu, her ikiside ahşap olan,bağımsız harem ve selamlık binalarından oluşmaktadır.Selamlığa göre çok daha büyük boyutlu ve iki katlı olan harem binasında orta sofalı plan tipi uygulanmış,gerek zemin katta,gerekse de üst katta yer alanmekanlar, dikdörtgen planlı büyük sofaların çevresine dağıtılmıştır. Sedirlerle donatılmış ve girişleri iki yandan yüklük birimleri ile kuşatılmış olan bu mekanların arasına, sofaya açılan birer eyvan yerleştirilmiştir. Zemini bir seki ile yükseltilmiş olan bu sediri eyvanların sınırnda iki tane ahşap dikme bulununur. Katlar arasında bağlantıyı sağlayan ve bu eyvanlara göre simetrik simetrik konumda olan çift kollu iki merdivenin arasında hamam bölümü yer almaktadır. Hamamın,üst kat sofasına açılan girişini ufak bir hol izler. Bu holdeki iki kapıdan biri ahşap soyunmalık (soğukluk) mekanına,diğeri de kağir olan ılıklık,halvet ve hela birimlerine geçit vermektedir. 4 adet pencereyle,bir ocakla ve sedirlerle donatılmış olan soğukluk mekanı yapı kitlesinden dışarı taşar. Kare planlı ılıklık yuvarlak bir kubbeyle, dikdörtgen planlı harvet ise beyzi bir kubbe ile örtürmüştür Harem binasının cepheleri, eyvanların ve odalardan çoğunun oluşturduğu çıkıntılar sayesinde hareketli bir görünüme sahiptir.Özellikle sofaların iç bahçe tarafında yer alan odaların kavisli çıkıntısı dikkati çeker. Tek katlı selamlık binasının yamuk planlı bir taşlığa açılır. Taşlığa açılan plan, ağalara mahsus bir oda olmalıdar. Taşlığı izleyen ve iç bahçeye açılan, kare planlı sofa ile buna bağlanan koridora, çeşitli boyutlarda bir çok oda açılmaktadır. HATİCE SULTAN SAHİL SARAYI Ortaköy ile kuruçeşme arasında, Defterburnu’nda bulunuyordu. 17.yy boyunca giderek günlük deflet işlerinden kopan Osmanlı sultanları, hanedanın kadın üyeleri ile birlikte bir anlamda Topkapı Sarayı’nı terk etmişlerdi. Bu dönemde İstanbul’un Haliç, sonrada Boğaziçi sahillerinde, sultanları uzun sürelerle ağırlayan sahilsaraylar inşa edildi. Bunların büyük çoğunluğu, geleneksel olarak üst yöneticilerle evlendirilmekte olan sultan kızlarına, kız kardeşlerine ve kardeş kızlarına aitti. III.Mustafa’nın (hd. 1757 –1774) kızı Hatice Sultan’ın (1768 –1822) Ortaköy’deki sahilsarayı bunlardan biridir. Hatice Sulta, amcası I.Abdülhamid’in (hd.1774 –1789) girişimi ile 1786’da Hotin muhafızı Seyyid Ahmed Paşa ile evlendirilmişti Kardeşi III.Selim’e (hd. 1789 –1807) yakınlığıyla dikkati çeken bu prenses, padişahın hayatında özel bir yer alırken, çağ dışı bazı diğer prensesler gibi özgür bir yaşam sürdürmeye başlamıytı. 1796’da Eyüp’te Defterdar İskelesi’nde bir sahilsarayı olduğu bilinen Hatice Sultan, bir taraftan burayı yenilerken, aynı zamanda 1804’te Ortaköy Kuruçeşme arasındaki Defterburnu’nda bulunan Neşetabad Sarayı’nın kısmen onarımı ile iç dekarasyonunun tümüyle yenilenmesine girişmiş; ayrıca 1809’da Arnavurtköy’de bir arazi satın alarak, Beyhan ve Esma sultanlar gibi kendi adına yeni bir sahilsaray inşa ettirmeye başlamıştı. Bu sıralarda İstanbul’da faaliyet göstermekte olan mimar –ressam Antoine –Ignace Melling (1763 –1831) ile bir yakınlık kurarak, onu Neşetabad Sarayı’nın bütün iç dekarasyonunun tepeden tırnağa değiştirmesiyle görevlendirdi. Zorda olsa yaratılan güven ortamında, mimar ile sultan efendinin sahil sarayın iç süslemeleri konusunda görüş alışverişinde bulunabildiği anlaşılmaktadır. Balmumundan hazırladığı moderlerle ilgili olarak Hatice Sultan’la yazışabilmek için Melling Osmanlıca öğrenirken, Hatice Sultan da Melling’den bu dili Latin hafleri ile yazmayı öğrenmiştir. Hatta aralarında özel bir ilişki olduğu rivayet olunur. Bu açıdan, Hatice Sultan Sahilsarayı’nın hemen yanında, prensesin baymimarı olduğu kadar kethüdalığı görevini de üstlendiği anlaşılan Melling’in özel dairesinin inşa edilmiş olması dikkat çekicidir. Mellng’in Voyage pittoresgue de Constantinople et des rives du Bosphore isimli albümde yer alan ve yapının tamamlanmasından sonraki durumunu gösteren gravürü, sahilsarayın deniz cephesinin tüm ayrıntılarıyla betimlemektedir. Albüm metninde Melling’in tasarladığı belirtilen bir köşk dışında, Defterburnu Sahilsarayı’nda geleneksel Osmanlı sivil mimarisi ilkelerinin korunduğu anlaşılmaktadır. Gravürde eşlik eden metin ve arşiv belgeleri, yapı gruplarını ve sahilsarayın iç mekan organizasyonunu anlamamıza olanak sağlamaktadır. Saraya bağlı olan ilk yapı başağa dairesi, yani harem ağalarının başı olan görevli ile maiyetinin ikametgahıydı. Sarayı çevreleyen duvarların dışında kaldığı belirtilen bu iki katlı dairenin, gravürde ancak eliböğründelerle taşınan bir çıkması gösterilmiştir. Metinde, alıt katın başağa ve maiyetinin kullanımına, üst katın da kız kardeşini sık sık ziyaret etmekte olan sultanın maiyetine ayrıldığı ve maiyetini burada bıraktıktan sonra padişahın sahil sarayın diğer bölümlerine yannız ilerlediği belirtirmiştir. Beyhan ve Esma sultanların Boğaziçi sahilsaraylarının iç organizasyonlarıyla karşılaştırdığımızda emsalleriyle aynı konumda bulunduğunu gördüğümüz bu yapının, başağı ile kalabalık görevli ordusunun yerleşebilmesi için, gravürde gösterilmeyen oldukça geniş bir alanı kaplamış olduğu belirtilen her iki kat pencerelerinde de, Boğaziçi’nin Remile yakasındaki yapılarda sık görülen, rahatsız edici sabah güneşine karşı koruyucu alt ve üst gölgelikler bulunuyordu. Aynı zamanda sahilsaralı girişi sağlayan bu neoklasik yapı, uzun,üzeri açık ve kafesli bir galeri ile sahilsarayın diğer dairelerinne bağlanıyordu. Bu galeri üzerinde, iki ahşap direk üzerinde denize doğru çıkma yapan bir köşk bulunuyordu. Tabanı Boğaziçi yalılarında sık görülen balıkhane köşklerinde olduğu gibi ızgaralı olan bu köşk geçildikten sonra ulaşılan asıl yapı, sultan efendinin maiyetine ve özel kullanımına ayrılmış daireler ile, ortada yannızca III.Selim’in ziyaretleri sırasında açılan bir daireden oluşuyordu. Rıhtıma oturan bu iki katlı sultan dairesinin iki yanında, yapı boyunca dizilen odalarla uzanan sultan efndi ve maiyetinin daireleri de iki katlıydı. Her iki katada rıhtımdan biraz içeri çekilmiş olan birinci kat üzerinde, eliböğründelerle taşınan üç adet çıkma ile vurgulanan ikinci kat yükseliyordu. Sarayın asıl yapısının biraz ötesinde, denize taşan üç sofalı köşk tipte bir köşk ve onu takip eden iki duvar arasında, sultan efendinin eşinin İstanbul’da buyunduğu sıralarda oturduğu gösterişsiz özem dairesi bulunuyordu. Metin de Melling’in özel dairesinin de burada olduğu kaydedilmiştir. Paşa dairesi ile Hatice Sultan’ın daireleri arasında, zemin katında geçişi sağlayan tek bir kapı bulunuyordu ve bu kapı yannızca sultan efendinin emri üzerine başağa tarafından açılabiliyordu. Sahilsaray duvarının dışında kalan bu yapıdan sonra, Hatice Sultan’ın kahyasının paşa dairesinden biraz daha görkemli olduğu anlaşılan yalısı geliyordu. Melling ayrıca Defterburnu Sahilsarayı’nın bahçesinide yeniden düzenlemiş, sürekli olarak kardeşi III.Selim’i eğlendirmenin yollarını arıyan sultanefendiye leylak, gül,ve akasya ağaçlarından labirent biçiminde bir bahçe yapmıştı. Metinden,özellikle bu yörede çok büyüklerinden söz edilen akasyaların makasla istenilen tarzda biçimlendirildiği kaydedilmiştir.Labirentte hemen bütün yolların merkezde toplandığını, çıkışı bulmanın çok güç olduğunu öğreniyoruz Hatice Sultan, sarayın sık sık yabancı ziyaretçilere açtığından bazı yazılı tasvirlerine de rasladığımız bu bahçede, sahilsarayın çeşitli yapıları arasında küçük tapınaklar, zafer tarkları olduğu da kaydedilmiştir. ÇIRAĞAN SARAYI Beşiktaş ile Ortaköy arasında, adıyla anılan cadde üzerindedir. Bugünkü Çırağan Sarayı,İstanbul’un Osmanlı döneminin tarih sahnesine birbiri peşine ve son birkaç yüzyıllık zaman parçası içindeki eklediği bir dizi güzellik ve sanat tablolarından, 1871’e ait sonuncusudur. 17.yy’da İstanbul coğrafyasında yazın kullanılabilecek en elverişli ve heves çeken sahil, Beşiktaş kıyıları idi. Burası, hem saray ve halk için kışlık semt olan ve hükümet binalarını da barındıran tarihi yarım adaya çok yakın bir konumdaydı, nem de arkası el değmemiş bir ormana sahipti ve Karadeniz’in serin esintisine açık,çok temiz havalı bir yerdi. Kıyılarda, bir takım pavyonlar ile çiçek bahçeleri yapılmasının,yani insan eli değmiş olarak tarih sahnesinde ilk kez yerini almasının, 1600’lü yıllarda olduğu kabul ediliyor. O tarihlerde bu sahil, “Kazancioğlu Bahçeleri” adını taşıyormuş.Bu rasının güzelliğine kapılan genç padişah IV.Murad (hd. 1623 –1640) çevreyi kendi mülklere içine katmış ve kızı Kaya Sultan’a vermiş. Kaya Sultan’ın kocası Melek Ahmed Paşa’nın yakınlarından olan Evliya Çelebi, sahildeki için, “Vacibü’s seyr bir yalıdar. Bunda fevkani bir şadırvan vardırki dünyada öyle bir sanatlı fevvare görülmemiştir” diyor. Ama bu kıyılarda (henüz hepsi ahşap) sahilsarayların ve bahçelerin yıldızı asıl, bir yüzyıl sonra parlamaya başlıyor. Bir eğlence ve de ama onunla beraber bir kürtür parlaklığı devrini başveziri ile beraber bir açan hükümdar III.Ahmed (hd 1703 –1730) buradaki mülkünü, gözde vezirazamı İbrahim Paşa yaptırmış, Tarihçi Ahmet Refik, III.Ahmed’in fermanlarını yayımlarken, üç ayrı yerde bu bina hakkında da nakirlerda bulunur. Aynı ahşap binalar hakkında bilgi veren bir başka kaynak 18.yy’ın Ermeni yazarı P.G.İnciciyan’dır. O da III.Ahmed’in buyrutularında geçtiği gibi buradaki saraylar için, saray degil, “yalı” deyimini kullanıyor. Bundan, bu yapıların büyük olmadığı sonucu çıkarılabilir. Bu kıyılar, Lale Devri’nden itibaren, mehtaplı geceler düzenlenmeye başlayan ışık ve çiçek dolu eğlencelere sahnelik etmeye başlıyor. Burasının “ Çerağan” adını alması da bu dönemin eseridir. Çünkü “ çerağ” kelimesi,Farsçadan geçme olarak, “ ışık veren, aydınlık veren” anlamındadır ve bu eğlenceleredde alem olmuştur. Bu eğlenceler hakkında daha sonraki tarihçiler, özellikle de 1900’lü yılların başlangıcının yazarları, fantaztik hayallere girmişler ve özellikle “ kaplumbağa üstünde mum” gibi tuhaf bir imaj icat ederek, bunu meşhuretmişlerdir.Halbuki bu gece eğlencelerin ve çiçek ve ışık gösterilerin ne gibi dekorları ve sahneleri sergilediğini ayrıntılı olarak anlatan en güvenilir kaynak saraya çok yakın bir konuma geçen Fransız soylusu Baron de Tott’un anılardır ve baronda, kaplumbağalara ait tek satır yoktur, çiçek tahlarının billur fenerler ve aynalarla nasıl aydınlatıldığı vardır. 1800’lü yılların ilk çeyreğine kadar geçen 60-70 yılda ahşap saray birkaç kez el değiştirmiş. Sadrazamlar Hacı Ahmed Paşa ile Hekimoğlu Ali Paşa, burayı yabancı elçilerle görüşmeleri ve resmi ziyafetler için kullanılmışlar. III..Selim (hd 1789 –1807), burasını tekrar ihya ederek kız kardeşi Beyhan Sultan’a vermiş, bir süre burada oturmuş, yandaki Rodoslu Yalısı’nı rehinden kurtarıp satın almış,ve yerine bir mabeyin dairesi yaptırmış, eskiyen binaların hepsini söküp gönlüne göre yeni bir yalı yaptırmak özlemini taşıdığını için, Sadrazam Ziya Paşa,bunun projesini hazırlatarak padişaha sunmuş.