Yolda, vapurda, tramvayda rastladığım her tanıdık yüz, bir vesileyle yanıma sokuluyor. Havadan sudan bir iki sözcükten sonra “Ya hocam siz gazetecisiniz, bilirsiniz neler oluyor ülkede?” diye bir muhabbet açmaya çalışıyor. Beni daha yakından tanıyan ahbaplarsa meyhane jargonuyla açıyorlar lafı: Hoca ya! N’olacak bu ülkenin hali? Artık bir 70’lik de kesmiyor. Dilimin ucuna Nâzım’ın dizeleri geliyor ama “Ah be kardeşim kabahatin büyüğü de sende” diyemiyorum. Sadece gülümsemekle yetinip kendimin de inanmadığı bir iki cümle mırıldanıp kaçar gibi uzaklaşıyorum.
Tek parti döneminden çok partili döneme geçiş tarihimiz 1946. Onca uzun bir süreçten sonra 2016’ya ayak bastığımızda hiç değilse düşünceyi ifade özgürlüğünün, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı bir demokrasiyi yaşıyor olmalıydık. Olmadı. Olamadı. Aradan geçen 70 yılda ülke yönetmeye soyunanlar, insan odaklı bir yönetim bilincini toplum hayatına geçirmeyi başaramadılar. Çağdaş parlamenter demokrasilerin değerlerine sahip çıkmadılar. “Anamız”, “Abamız” diye belletilen devletin, sivil ya da askeri tüm iktidarların, ceberut yüzü, korkutucu gölgesi toplumun üzerine bir kabus gibi çöktü. Bilimde, sanatta, kültürde inanılmaz bir gerileme dönemine girildi. Bencileyin ülkenin ‘50’li, ‘60’lı yıllarına tanık olanlar o yıllarda da akademisyenlerin, aralarında uluslararası üne sahip kürsü başkanlarının, rektörlerin güvenlik güçleri tarafından hırpalandığını ve uyduruk suçlamalarla üniversitelerden atıldıklarını anımsayacaklardır. Menderes, üniversite hocalarını “Kara cübbeliler” diye tanımlardı. Şimdi Cumhurbaşkanı ve Başbakanın, akademisyenlere, aydınlara, yazar ve sanatçılara sarf ettikleri sözleri duyduğumda şaşırmıyorum ama son derece üzülüyorum. “Ülkemin vardığı nokta bu olmamalı” diye düşünüyorum. “Barış” sözcüğüne bunca öfke neden? Çağdaş demokrasiler aynı zamanda birer tahammül rejimleridir. Bireylerin düşüncelerini sözleriyle, yazılarıyla ifade etmek, bunu toplumla paylaşmak insanların en doğal haklarından biridir. Türkiye’nin de imza koyduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de bu hakkı belgeler. Demokrasiyi tanımlamak kolaydır. Bütün tanımların içinde halk sözcüğü en temel unsur olarak göze çarpar. Ama gelin görün ki ne halk, ne de devleti yönetenler demokrasinin olmazsa olmaz prensiplerini kabullenme yetisine sahiptirler. Devlet bütün ağırlığı ile halkın üstüne çökmüş, işlerin iyi gitmediği her dönemde devlet güvenliği bahanesi ile baskıyı daha da arttırmıştır. Şimdilerde ülkede durum bundan ibarettir.
Geçenlerde Başbakanın özgürlükler üzerine yaptığı bir konuşmayı dinliyordum. Basın özgürlüğüne olan sempatisinden de söz ediyordu. Sonra gazetecilere seslendi: “Siz de güzel haberler yapın ama…” Mesajı aldık almasına da bilgisayarın başına oturduğumda yazacak güzel haber bulamadım. İşte yukarıda okuduğunuz metin çıktı ortaya. Kusurumu bir güzel şiirle örtmeye çalıştım ben de. Jacques Prevert (1900-1977) bir Fransız şair. Aslında gezegenimizi aydınlatan yüz akı sanatçılardan da biri. Şiir dışında, öykü yazarlığı, senaristlik, fotoğraf ilgi alanlarından biri. Bir savaş karşıtı ve insansever. Sizlerle paylaşacağım şiirinin adı “Çiçek Demeti” dilimize Eray Canberk çevirmiş. Okuyalım:
N’apıyorsunuz orda küçük kız
Elinizde yeni koparılmış bu çiçeklerle
N’apıyorsunuz orda genç kız
Elinizdeki bu çiçeklerle bu kurumuş çiçeklerle
N’apıyorsunuz orda güzel kadın
Elinizdeki bu solmuş çiçeklerle
N’apıyorsunuz orda yaşlı kadın
Elinizdeki bu ölmüş çiçeklerle
Savaştan galip çıkanı bekliyorum