14 Eylül sabahı Almanya Başbakanı Angela Merkel’in geçici olarak Avrupa Birliği (AB) içinde serbest dolaşıma izin veren Schengen uygulamasının askıya alındığını açıklaması soğuk bir duş etkisi yarattı.
Zira Almanya, artık bir başka AB ülkesinden kendi sınırlarına karayolu ya da trenle giren herkesi pasaport kontrolüne tabi tutacak. Bu kararla Almanya çok kısa bir süre içerisinde kapılarını sığınmacılara “en fazla aralayan Avrupa ülkesi” durumundan, kapıları herkesin suratına “en sert çarpan ülke” konumuna gelmiş oldu.
Berlin’in kararıyla, bir taraftan sığınmacılara “Artık yeter, düzeni bozamazsınız, kampların kapasitesi doldu, Almanya sokaklarında çadır kuramazsınız!” mesajı verilirken, öte taraftan AB ülkelerine de “mülteci sorununun çözümü konusunda uzlaşamazsak Schengen anlaşması sorgulanır” diye sopa gösterildi. Her ne kadar AB Komisyonu Başkanı Almanya’nın kararının Schengen anlaşması çerçevesine uygun olduğunu söylese de herkes bu hareketin AB projesinin temel prensibini derinden sarstığının farkında.
“AB’nin temel değerlerini sarsacak kadar büyük bir deprem etkisi yaratan süreç neden yaşandı?” asıl soru bu herhalde. Muhtemelen Merkel hükümeti, ağustos ayı ortalarında bu yıl 800 binin üzerinde Suriyelinin alacağının sinyallerini verdiğinde böylesine bir akınla karşılaşacağını tahmin etmiyordu. Zira tahmin etse de Aylan Kurdi’nin basına yansıyan ufak bedeninin AB kamuoyunda yarattığı şok da Berlin’in artık konuya duyarsız kalmasını pek de mümkün kılmıyordu.
Basına yansıyanlardan Avrupa’ya adım adım ilerleyen insani krizde Almanya’nın varsayımlarının şöyle olduğu anlaşılıyor:
1. İtalya, Yunanistan ve Macaristan gibi sınır hattında bulunan Suriyeliler, Almanya, Fransa ve İspanya’ya paylaştırılarak ilk kriz aşılır.
2. Acil olarak her ülkenin alacağı göçmen sayısı o ülkenin milli geliri, nüfusu, işsizlik oranı ve halihazırda işlemde olan sığınma başvurusuna göre kotalar belirlenerek, AB ülkeleri arasında yük paylaşımı sağlanır.
3. Almanya Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier’in de açıkladığı gibi Balkan ülkelerine özellikle Sırbistan ve Makedonya’ya maddi yardım yapılarak, buralarda tampon bölgeler oluşturulur. Bu tampon bölgelerde sığınmacıların kayıtları yapıldıktan sonra, Suriyeliler düzenli bir şekilde büyük AB ülkelerine dağıtılır.
4. Almanya İçişleri Bakanı Thomas de Maiziere’in de basına yansıyan ifadelerinden anlaşıldığı üzere Balkanlar’daki tampon bölgelerin yanı sıra AB’nin iltica taleplerinin değerlendirileceği mülteci kampları da Türkiye’de kurulur ve böylece Türkiye’den düzensiz göç hareketi yavaşlar.
Ancak çok kısa bir sürede AB içinde Almanya’nın öncülük yapmak istediği bu girişimlere tepkiler gelmeye başladı. Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Polonya ve Romanya, zorunlu kota sistemine yüksek sesle karşı çıkarken, Macaristan’da sığınmacılara çelme takarak düşüren gazeteci Avrupa’nın Suriyelileri kolayına kabullenmeyeceğinin de sembolü haline geldi. Almanya içerisinde de karşıt sesler hiç az olmadı: Bavyera hükümeti, Başbakan Merkel’in aldığı kararı sert bir şekilde eleştirerek bu sorunun üstesinden gelinemeyeceği açıkladı. Münih Belediye Başkanı da “artık bu sorunlar ile baş etmenin mümkün olmayacağı” mesajını verdi. Bütün bu çatlak sesler aslında; iyi yönetilmemiş bir siyasi süreci, anlaşmalarla ve yasalarla planlanmamış, haklar üzerinden değil, merhamet üzerinden kurgulanmamış bir “açık kapı politikası”na işaret ediyor!
Dört buçuk yıl önce Türkiye’de de Suriyelilere açık kapı politikası uygulanmaya başlandığında üç varsayım öne çıkıyordu.
1. Esed rejimi bir an önce yıkılacak.
2. Gelen Suriyeliler hazırlanan
kamplarda kalacak.
3. Suriye’de sağlanan istikrarla beraber gelenler bir-iki yıl içinde ülkelerine geri dönecek.
Krizi başından beri izleyenler Ankara’nın varsayımlarının birer birer çöküşüyle iyi planlanmayan “açık kapı politikası”nın ne kadar büyük hasar, zarar ve ziyan vereceğini dört yılda gördü. Varsayımlar, Suriye’deki krize her yönüyle duyarsız kalan bir uluslararası kamuoyu, gelen Suriyelilerin sayısının ve kayıtlarının kontrol edilememesi ve bölgede artan istikrarsızlıkla bir daha ülkelerine geri dönmeyi düşünemeyen iki milyonun üzerinde insanın bugünkü çaresizliğinin altında ezildi. Akdeniz’de, Ege’de binlerce insanın cansız bedeniyle AB’nin küresel gücünün sorgulamasından, Türkiye’nin iki buçuk milyona yakın “yarınsız insan”la yaşamak zorunda kalmasına ve yok olan bir halkın dramına uzanan acılı bir dört yıl resmi kaldı geriye.
AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, “Türkiye’yi, Ürdün’ü ve Lübnan’ı Suriyeli sığınmacılar konusunda yaptıkları için alkışlamak gerek. Onlar bizden daha Avrupalı olmayı başardılar.” derken bile kendileri üzerinden bu ülkeleri övdüğünün farkında mıdır bilinmez; ama artık parayı verelim tampon ülkeler mültecileri tutsunlar yaklaşımının çöktüğü çok açık. Görünen o ki, Almanya’nın varsayımları da merhametle insan hakları arasında sıkışmış durumda. Türkiye dört yılda merhametle hareket etti; ama Suriyeliler sadece merhamet değil, insan hakları; geçici koruma değil, kalıcı yarınlar istiyor! Ve öyle görünüyor ki, eğer AB ülkeleri Almanya’nın mülteci krizine çözüm konusundaki varsayımlarını birer birer karşılıksız bırakırsa bunun altında en çok AB’nin temel değerleri ezilecek!
*USAK Göç Araştırmaları Uzmanı