İzmir limanından gemilere binerek Pire’ye doğru ayrılan Yunan birlikleri, binekleri olan atlarını, yük çeken katır ile katanaları götüremediklerinden, Türkler kullanmasın diye; bacak damarlarını kesiyorlar, görmesinler diye gözlerini oyuyorlar ya da boyunlarından keserek ölülerini denize atıyorlardı, (Gavin, 2007). Acılar içinde kıvranarak dolaşan, can çekişen atların bağırışlarına canlar dayanacak değildi. Bu kıyımlara, acılara tanık olan yabancı tecim gemileri yükleyecekleri; incir, pamuk, üzüm, fındık, kuru üzüm, zeytin, zeytinyağı, post, töz-maden gibi yüklerini almadan, bir an önce demir alıp körfezden uzaklaşıp gittiler.
Onlar gidince, bu kez bağdaşıkların savaş gemileri gelip, ard arda körfeze demir attılar; İngiliz Kraliyet Donanmasının Amiral gemisi HMS Iron Duke, HMS Ajax, King George V, Fransızların Edgar Quinet Jean Bart, Ernest Renan ile Waldeck-Rousseau, İtalya’dan Venezia kruvazörü ile bir destroyer filosu, “yan tutmuyoruz” diyen Amerika’dan USS Edsei, Laurence, Litchfield ile Simpson adlı dört destroyer İngiliz gemilerinin yanıbaşına demir attılar. İzmir körfezi sanki yabancı savaş gemileriyle demirden örümcek ağı gibi örülmüştü.
Artık İzmir’in görkemli kalıncaklarında-hotellerinde, eğlence yerleri ile aşevlerinde süslü giysileriyle görülen Yunan subaylarının hiçbiri yoktu. Onların yerine beyaz, yazlık, şık giysileriyle İngiliz, Amerikan, İtalyan subayları yer almıştı.
Küçük Asya baş erbayı Hajianestis Yunanistan’dan çağrılmış, kurşuna dizilmişti. Sterghiades daha düne kadar İzmir’in cakalı Yunanistan Yüksek Komiseri diye kurum kurum kurunurken şimdi İngiliz Amiral gemisinde bir sığınmacı durumuna düşmüştü.
6 Eylül 1922 günü İzmir’e kaçmak için doluşan sığınmacı sayısı 40 bini bulmuştu, (Gavin, 2007). Sözde kentin düzenini sağlamak üzere İngiliz gemilerinden deniz erleri karaya çıkarılmıştı. Ayrıca, İngilizlerin Curdiff ile Concord adlı iki kruvazörü Malta’dan İzmir’e doğru yüzüyordu. Yunan ordusunu Anadolu’ya yollayan İngiliz Lloyd George buyruğuyla Doğu Akdeniz’deki tüm gemiler sığınmacıları almak üzere İzmir’e gönderilmişti.
Sakız adası yetisinin üzerinde kaçak Yunan birlikleriyle, sığınmacılarca doluydu. Adalılar artık çıpal-sivil Rum sığınmacıları almak istemiyorlardı. Kendini bir gemiye atan Pire’ye gidiyor, orada hiç bilmediği bir ülkede kimsesizler gibi barınacak yer arıyordu. Ya o bir dönemler caka satarak yürürken, şimdi İzmir’in Kordonboyu’nda denklerine sarılarak yatan onbinlerce kişi aç, bezgin, korku içinde kendilerini götürecek bir gemiyi umutla bekliyorlardı. Üzerlerinde çıplak ayakla yürüdükleri taşlar kızgın güneş altında sanki bedenlerini pişiriyordu. Sep serin, yiyeceği bol evlerinden sokak yaşamına taşınmışlardı.
– Ah biz nasıl böyle bir yanlış yaptık da sömürgen Yunan’a yatak açtık, diye pişmanlık duyuyorlardı.
Artık çok geçti. Olan olmuştu. Geri dönüş kapıları kapalıydı.
İzmir’de yaşayan ya da çalışan İngiliz yurttaşları kıyıda toplanıyor, teknelerle İngiliz savaş gemisine alınıyor, Malta ya da Kıbrıs’a götürülüyordu. Levantenler hergün biraz daha İzmir’e yaklaşan Türk ordusunun onlara ne yapacağını bilmiyorlar, kaygıyla tir tir titriyorlar, bir an önce İzmir’den kaçmak istiyorlardı. Rum sığınmacılar, teknelerle taşınan İngiliz, Fransız, İtalyan’lara bakarak iç geçiriyorlardı. Bir Rum kadın,
– Ne olur bizi de alın. Çoluk çocuk rezil olduk. Annem çok yaşlı, ayrıca hasta. Lütfen acıyın bize.
– Sizi kıralınız Konstantin, yoksa da Venizelos baksın. Boynunuzdaki haçı öpün, Tanrı’ya, İsa’ya yakarın. Belki gelip sizi kurtarırlar. Ha ha ha!
Türkler, hergün birer yıkıklık, birer kavrulmuş kentlere dönüşmüş, yanık ekin tarlalarını, ölülerin bir sel gibi saçıldığı yolları arındırarak, öldürünlenleri gömerek, ölen andıkları-hayvanları topluca yakarak kararlı olarak İzmir’e doğru yürüyorlardı.
Kordonboyu taşları üzerinde yatanlar düşlerinde, Türk ordusunun sert adımlarının titreşimlerini “Rap rap rap” diye postallarının, atlarının taşlar üzerinde “şakır şakır” ses çıkarışlarını duyar gibiydiler.
Yunan ordusu, kaçarken onları getiren trenleri, vagonları yakmışlar, demir yollarını kullanılmaz duruma getirmişler, köprüleri de patlatmışlardı. İzmir-Uşak-Afyon, İzmir-Aydın-Nazilli demiryoları kullanılamıyordu. O nedenle Türk ordusu, 325 km uzaktaki Afyonkarahisar’dan yürüyerek ya da atlarla İzmir’e geliyordu. Trenlere binme fırsatı bulamayan Yunan erleri arkadan yetişen Türk birliklerince tutsak alınıyordu. Sorun, Yunan erlerinin gittikçe denetlenemeyecek sayıya erişmesi, güvenlikleri, sağlık koşullarının sağlanması ile beslenmeleriydi.
İzmir’in her yanında dalgalanan Yunan Bayrakları inmiş, yerli Rumlar ile Levantenler korkudan Türk bayrakları çekmişlerdi. Her yerde asılı olan “Yaşasın Llyod George, yaşasın Kral Constantin, yaşasın Venizelos” askıları inmiş, yerlerde sürünüyordu.
Yannis, Alsancak’tan Konak’a doğru hem yürüyor, hem de kendi kendine konuşuyordu;”Böyle dönemlerde yürek gerek! Korku, Kemal’in erlerinden daha kötü. Korkuyu yaşatırsan sürekli ölürsün. Kişide umut hiç bitmemeli. Korkumu yenip, bir yolunu bulup Selanik’teki evgilimin-ailemin yanına döneceğim. Karım Katina’yı, kızım Elefteriya’yı, oğlum Stefani’yi çok özledim. Gidince onlara sarılacağım, artık gök yarılsa da onlardan ayrılmayacağım. Bizim ülkemiz bize yater. Ne işimiz vardı ellerin yurdunda?”
Dağlar, tepeler Ulusal Orduya katılmayan çeteler, zeybeklerle kaynıyordu. Çeteler, gelen geçen kim olursa olsun saldırıp soyuyorlardı. Ordu denize yaklaştıkça onlardan korkan çetelerde batıya doğru yöneliyorlardı. Artık bu çetelerin geçmişte kalacak son vurgunlarıydı. Çeşme yolu anacık babacık günü gibiydi. Binek bulan binekle, eşek bulan eşekle 90 ile 100 km uzaktaki Çeşme’ye doğru kaçıyordu. Dağlar, tepeler kaçan Yunan erleriyle doluydu.
Türk ordusunun öncü birlikleri, közler gibi yanan Manisa’ya erişmişti. Her yerde görüntü aynı; kömür gibi yakılmış kentler, yıkılmış yapılar, yollar, köprüler, düzülmüş çığrınan kadınlar, sere serpe çocuk, yaşlı, kadın, kız ölüleri, öldürülmüş besi ile binek andıkları. Şişmiş bedenler ile dumana karışmış leş kokuları.
Ata’ya İngilizler bildirim yollamışlardı,
– İzmir’e girince Hıristiyan topluluğa dokunulmayacağına güvence ver.
– Biz, sizin uygarlık örneği olarak gösterdiğiniz Hıristiyan Yunan gibi katiller, kıyıcılar topluluğu değiliz.
– Sayın Kemal İzmir’i size bırakacağız.
Bunu duyan Ata sinirlendi, yüzü mosmor oldu,
– Kimin toprağını kime bırakıyorsunuz bre yayılmacı, sömürücüler. Defolun karşımdan!