Ülkemizde bir grup siyasetçi, belli ki umutlarını AB ve ABD’ye bağlamışlar ama bunların artık Türkiye’de iktidarı belirleme gücünün kalmadığını göremiyorlar. Batı’nın çıkarlarını kendi politikası yapan, kör kör parmağım gözüne Türkiye’nin beka sorunu yok, iyi ki Amerika ile birlikteyiz diyerek başını kuma gömenler, sadece Batı hayranı halktan kopuk dar bir kesimin desteğini alabilecekler o kadar.
Öte yandan kabul etmek gerekir ki, yıllarca yapılan algı operasyonları ABD’ye büyük bir psikolojik üstünlük kazandırmış durumdadır. Hatta ülkemizdeki birçok insan bu yüzden “öğrenilmiş çaresizlik’’ denen bir illetten muzdariptir. Atatürkçülüğü kimselere bırakmayan bazı köşe yazarlarının bile bugün içine düştüğü trajikomik halin nedeni menfaat veya bilmediğimiz başka bir şey değilse, bu psikolojik sendrom olabilir.
Dikkat ederseniz, bunların yazılarının konusu bir türlü 24 Temmuz 2015’ten günümüze doğru gelememektedir. Bu tarih aralığı belleklerinden adeta silinmiş durumdadır. Cumhurbaşkanı’nın bazı önemli hatalarına odaklanıp terör örgütlerinin iflahının kesildiğini, FETÖ’nün her geçen gün darbe yediğini, Türkiye’nin kanlı bir iç savaştan kurtulduğunu, Fırat Kalkanı’nın BOP’un nihai hedefi olarak tasarlanan 2. İsrail projesini engellendiğini yazmaya elleri varmıyor. Batı’nın çıkarına dokunan her şey ilerici (!) zannettiğimiz bu arkadaşları doğrudan rahatsız ediyor.
Ülkesinde kontrolü yeniden sağlayan Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, PYD’yi ‘’vatan haini’’ olarak nitelendirerek parçalanmaya izin vermeyeceklerini ilan etti. Bu, aynı zamanda Türkiye’ye uzatılan bir dostluk elidir. Geçmişi unutalım toprak bütünlüğümüz için birlikte hareket edelim çünkü düşmanımız aynı demektir. Türkiye, bu altın fırsatı değerlendirmeli ve Suriye ile birlikte yapılacak operasyonlar için inisiyatifi ele geçirmelidir. Çünkü tehdit oradan gitmedikçe, kendisine dur demeyecek bir iktidarı beklemeye devam edecektir. Türkiye’deki faaliyetlerinden dolayı hakkında darbecilikten ve casusluktan yakalama kararı bulunan CIA eski başkan yardımcısı Graham Fuller umutlarını önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimlerine bağladıklarını açıkça söylemektedir.
Aralık ayı birçok önemli olaya sahne oldu. Başkan Trump, ABD’nin yeni ulusal güvenlik stratejisini açıkladı. Nükleer olmayan stratejik saldırılar karşısında bile nükleer silahları daha geniş kapsamda kullanılabileceklerini düşünüyorlarmış. Ekonomisi güçlenen her ülke potansiyel bir rakip olduğu için hasım olarak etiketlenmiş. BM Güvenlik Konseyi’nin ABD’nin tek taraflı Kudüs kararını tanımaması, kendilerine yapılan bir hakaretmiş ve bunu bir kenara yazmışlarmış falan filan…
Bu tehditler, zayıflamaya başlayan bir süper gücün liderliğini kaybedeceği korkusunun ikrarı, ama hegemonyasını kaybetmemek için nükleer güç dahi kullanma çılgınlığına (o kadar kolay değil) başvurabileceğinin de ilanıdır. Pax Americana dedikleri de esasında budur ama korkunun ecele faydası olmaz derler. Bütün bu tehditlere rağmen BM Güvenlik Konseyi, ABD’nin tek taraflı Kudüs kararını reddetti ve bütün dünya bu hukuk dışı karara karşı birleşti. Bunda Türkiye’nin çabalarının büyük etkisi oldu. İslam İşbirliği Teşkilatı tarihinde ilk defa Türkiye’nin dönem başkanlığında aldığı bir kararı hayata geçirebildi.
O arada birçok medya kanalı BAE’den gelen provokatif bir tiviti kullanarak Suudilerin geçmişteki ihaneti üzerinden bütün bir Arap halkını düşman göstermek ve bölgesel ittifakı kamuoyu nezdinde bombalamak derdine düştü. Tivit, köksüz bir devletin bakanı tarafından atılmıştı. Tarihi gerçeklere tümden aykırı, yalan ve iftira barındırıyordu ama buradaki Atlantikçilere de Arap düşmanlığı konusunda malzeme veriyordu. Tepe tepe kullandılar.
Yeri geldikçe Türkiye artık başka bir yerde duruyor diyoruz ama dünya da yerinde durmuyor. Sıklet merkezi Batı’dan Doğu’ya çoktan kaydı, çünkü üretimin merkezi artık Asya. Ve Çin kendisi ile işbirliği yapan ülkelere altın fırsatlar sunuyor. Hindistan, bilgisayar teknolojisi ve yazılım alanlarında dünya devleri arasında yerini aldı, Rusya da öyle. Almanya, Fransa ve hatta ABD’nin partneri İngiltere bile Asya ile ilişkilerini geliştirmeye bakıyor. Hayatın diyalektiği bunu zorluyor.
Türkiye de Batı Asya ülkesi olarak er geç bu yönde bir atılım yapmak zorundadır. Artan genç nüfus işsizliği, yükselen borç yükü ve stratejik ilişkilerde yaşadığımız ihanete bakıldığında buna herkesten çok bizim ihtiyacımızın olduğu açıktır. Ama siyasetin şimdiki kompozisyonu ve içerdeki dinamiklerin etkisiyle bunun şimdilik kolay olmadığını da kabul etmek gerekir.
Ancak, tarihin tekeri yavaş da olsa ileri doğru dönüyor ve miadı dolan fikirleri, siyasal, toplumsal, iktisadi ilişkileri ağır ağır değiştirip dönüştürüyor. Karşı koyan güçler ne denli sağlam görünürlerse görünsünler, her şey sonunda nasıl olması gerekiyorsa öyle oluyor.