Bohçasını, küçük yavrusunu kapan Menderes ya da Akçay kıyısına yığışıyor, buradan sala binip karşıya geçmeğe çalışırken çalıkakıcı efelerin baskınıyla soyuluyor, ırzlarına geçiliyordu. Bir yanda Yunan, bir yanda böyle erdemsiz efelerden halk bezmiş, yılmıştı.
Yunan, 3 Temmuz’da nerdeyse 1 yıl 10 gün sonra yeniden Aydın’dan Nazilli’ye girmişti. Ortada, halkını korumak için devlet olmadığı gibi devlet başkanı olan Vahdettin düşman güçlerinin yanındaydı. Yunan’ın önceden yaptığına tanık olan Türk halkı akın akın Menderes’in güneyine geçip, Bozdoğan ya da Karacasu’ya sığınmak için kaçıyorlardı. Nazilli’de neredeyse hiç Türk kalmamıştı. Yunan kaçanlardan tuttuğunu öldürüyordu. Çevrede onları koruyacak ne bir Osmanlı güvenlik gücü, ne de dağların efeleri vardı. Kaldı ki halkı korumak zeybeklerin işi de değildi.
Hakkı ile Sevil’in biricik çocuğu İlteriş 15 aylık olmuş, artık emekliyor, arada “baba”, “anne”, “gel”, “alkış”, “yemek”, “su” , “at ta”gibi sözler çıkartmaya başlamıştı. Nasıl bir karmaşa ortama doğduğunu bilmiyordu. Yunan özellikle çocuklu evgilleri durdurup, çocuğun kız mı erkek mi olduğunu soruyor, erkekse ilerde Türk eri olur, Yunan’a karşı savaşır diye göğe atıp altına süngü tutup öldürüyordu.
Hakkı soluk soluğa koşarak eve geldi,
-Sevil, canım hemen toparlan. Kaçıyoruz.
-Nereye? Neden?
-Köşk kalkanı çöktü. Efeler, Kuvayi Milliye Nazilli’yi boşalttı, Kuyucak üzerinden Sarayköy’e gittiler. Halk savunmasız. İlk Yunan birlikleri Nazilli’ye girdi. Yakında bir yılın öcünü almak için toplu kıyıma başlarlar. Onlar gelmeden Büyük Menderes’in güneyine geçmeliyiz?
-Aman Tanrım! Yine çandır, yine çandır! Öldürmeye doyamadılar! Yanıma neler alayım?
-Öncelikle, İlteriş’e kız çocuğu giysileri giydir. Sakın onun uzun saçlarını kesme. Babanın bıraktığı altın keselerden üç tanesini yanına al. Çok önemli giysilerden birkaç bohça al. Ben atları hazırlayacağım, Mergen Çayı üzerinden Nazilli’den uzaklaşacağız.
Sevil, İlteriş’i kendi sırtına bağladı. Ne bulurlarsa heybelere koydular. Sevil iki altın kesesini İlteriş’in kundağı içine koydu.
-Deh!
Mergen Çayı boyunca atlarını koşturdular. Hakkı yanına bir tüfek, ayrıca biri Sevil, diğeri kendine olmak üzere tabanca, çok sayıda kurşun ile fişek aldı. Çay yüzü boyunca dört nala koşturdular. Sonra kargılıkların arasındaki irime girip, ıpıssız tarla yollarında, yol aldılar. Arada bir kargıların içine atılmış, erkek ile soyunuk kadın ölülerini görü ürperdiler. Çoğu şişmiş kokuyordu.
-Allah rahmet eylesin. Padişahım çok yaşa öyle mi? Al sana padişah!
Menderes çok yakındı, girdaplı akan sulara bakarak bir kaç yıl önce mutlu günlerde Sevil ile buralarda geçirdikleri güzel günleri anımsadı. O günler her yer ot, bugünlerde ise kan, ceset kokuyordu. Mutluluk niçin geri tepmişti? Sallar çok ilerde kuzey, güneye işliyor, salların başı oldukça kalabalık, herkes bir an önce binip kurtulmak istiyordu. Artık kurtulmalarına çok az bir yol kalmıştı ki, sazlıklar içinde ellerinde silahlarla iki tane Yunan eri belirdi.
-Dur! İnin atlardan. Bu çocuk erkek mi?
-Kız.
-Düşün önümüze. Komutana gideceksiniz.
Biri Türkçe konuştuğuna göre yerli Rumlardandı. İndiler. Sevil korkudan tüyleri diken diken olmuştu. Ölüm her an kadar yakındı. Erler onları sazların arkasında bir ağaç altına uzanmış komtana götürdüler.
Komutan bulunduğu yerden kalkıp, gelen tutuklara baktığında şaşırdı.
-Kimi görüyorum Hakkı bu sen misin?
-Aleko, Aleko! Sen Yunanistan’da değil miydin?
-Oturun şuraya, oturun. Yahu seni çok özledim enişte! Çok da kaygılanıyordum. Ne var ne yok.
-Yahu Aleko şu düştüğümüz duruma bak! Sen benim çocukluk arkadaşımsın. İkimiz de bu topraklar da doğup büyüdük. Şimdi de siz hepimizin toprağı olan bu topraklara saldırdınız nasıl bir iş bu?
-Ah Hakkı ah, hiç sorma. Biz Rumlar bu Yunan’a yol açarak büyük bir yanlış yaptık. Kendi yurdumuzu Yunan’a peşkeş çektik. Yıllardır birlikte oturduğumuz Türkleri boğazladık. Halen de boğazlıyoruz. Demirci Mehmet Efe tüm Rumları önüne kattı, Nazilli’den uzaklaştırdı. İçlerinde annem, babam da var. Kan, çandır, acımasızlık durmuyor, alev alev gün geçtikçe tüm yurdu sarıyor. Bundan kazançlı çıkan ne sizsiniz, ne de biz. Biz işbirlikçiler olarak bunun bedelini ödüyoruz. Ancak, hepimiz suçlu değiliz. Kandırılanlar bizi de yaktılar. Beni zorla orduya aldılar. Kendi yurdum Nazilli’yi ele geçirmek, kana bulamak için buraya yolladılar. Çok üzgünüm Hakkı çok ancak ok yaydan çıktı. Bu kan ne zaman durur belli değil.
-Sen Yunanistan’a kamadan önce bunları seninle konuşmuştuk Aleko. Osmanlı saldırgan batının tasarladığı tuzağa düştü. Yunanistan’a toprak sözü verdiler. O topraklar bizim onbinlerce yıldır birlikte yaşadığımız, koyun koyuna barış içinde soluğumuzu, ürünümüzü paylaştığımız yurdumuzdu. Onlara karşı birlikte duracağımıza Vahdettin ile işbirlikçi Rumlar bizi sattılar.
-Hakkıcım, artık hiçbir durum eskiye geri döndüremeyecek ne yazık ki? Siz nereye böyle? Bozdoğan’a mı?
-Evet. İzin verişen Bozdoğan’a. Bu kız kardeşin öldükten sonra evlendiğim Sevil, cağındaki de oğlumuz İlteriş.
Aleko İlteriş’i kucağına aldı, yanaklarını okşadı. İlteriş, ben senin Aleko eniştenim yiğidim. Sen büyü büyü de bizim yaptığımız yanlışları yapma. Toprak mı önemli yoksa yaşamak mı? Yaşamak İlteriş.
Hakkı ile Aleko birbirlerine sarılıp hüngür hüngür ağlaştılar.
-Aleko kardeşim. Ben de Yunan’ı ülkemizden atmak için Türk ordusuna katılacağım.
-Yazgıya bak sen? İki arkadaş, 2 yıl içinde karşı ordularda, birbirinin düşmanı oluvermiş. İçtikleri, yedikleri ayrı gitmeyenler şimdi birbirlerinin kanına susamışlar. Yuh olsun böyle karayazgıya. Hakkı, bir daha karşılaşır mıyız bilmem. Kendinizi gözüne kan bürümüş Maksimus’dan koruyun Hakkı. O bir çıldırmış, delirmiş, her türlü kötülüğü yapabilir. Elinde haç tutarak, Müslüman kovalıyor. Sanırım cephenin ilersine verdiler onu. Bugünlerde Nazilli’de değil.
Hakkı Maksimus’un yaptığı kıyımı anlattı.
-Çok utanıyorum Hakkı çok Onun adına sizden özür diliyorum. Ancak elden ne gelir. Allah onun cezasını versin.
-Amin.
-Sakın, savaşta karşıma çıkma Aleko. Sana kurşun sıkamam. Ancak Maksimus çıkarsa gebertirim.
-Karşıma çıkma Hakkı eniştem, kardeşim, toprağım benim, sana kurşun sıkamam.
Birbirlerine yeniden sarıldılar. Yanak yanağa öpüştüler. Gözlerinden şarıl şarıl dökülen göz yaşı kuru toprağı ıslattı.
Sevil’in gözleri faltaşı gibi açılmış, olanları şaşırarak izliyordu.
-Yaşasın insanlık, kahrolsun empeyalistler.
-Elveda Hakkı’cım, kan kardeşim benim elveda. Onlara söyle, öğleden sonra 15.00 gibi top atışı yaparak, Salı batırıp toplu ölüm yapacaklar. Ortalıkta görünmesinler.
-Uğurlar ola kan kardeşim Aleko! Umarım bir tansık-mucize olur da barış dolu günlerde bir arada yaşarız.
Atlarına binip, sala binmek üzere uzaklaştılar. Salın başı doluydu. Hakkı salcıları Yunan’ın top atışı konusunda uyardı. Atları da sala bindirip karşıya geçtiler. Kaçakların çoğu Nazilli’den tanıdıklardı. Hepsi bir ürperti, bir korku içindeydiler. Çoğu nereye gideceğini, nereye sığınacağını bilmiyordu. Bozdoğan’daki sığınmacı sayısı 60 bini geçmişti.
Atları binip kurutma kanalı boyunca dört nala sürdüler. Akçay’a gelince yeniden başka sallara binip, Arpaz’dan Alamut yönüne geçtiler. Alamut’lu bir iyiliksever, köyün girişinde sığınmacılar için lokma döktürmekteydi. Ondan aldılar. Köye girip birer yayık ayran içtiler. Artık güvendeydiler. İçleri rahattı. Ancak onları bundan böyle nasıl bir yaşam beklemekteydi?
Biraz dinlendikten sonra yeniden atlara binip, Bozdoğan’a doğru yol aldılar. Bir irimden geçerken, önlerine dört tane zeybek çıktı.
-Durun hele! Nereye böyle?
-Bozdoğan’a. Nazilli’ye Yunan girdi.
-Buranın efesi benim. Burada ümmeti müslümün güvenliğinizi biz sağlarız. Bunun da bir bedeli vardır. Üzerlerinizdeki paraları sökülün bakem.
-Yahu bu ne biçim din gardeşliği? Senin Allah’ın yok mu? Sığınmacılar soyulur mu len?
-Ulan zübük! Senin Allah’ın Menderes’in öbür yüzünde kaldı. Buraların Allah’ı benim. Bene Kozalaklı Mehmet derler. Ben ne dersem o olur. Sen düşünü ver gari, ya paranı ya garını! Garın da pek güzemiş hani! He he he!
-Ulan, sen efe değil eşkiyasın! Çalıkakıcı sende? Sen den mi korkcaz len? Garımı ağzına alma, senin canını alırım tövbeler olsun.
-Ne deyon len sen bakem?
Güneş Madran Dağının arkasından cayır cayır yakıyordu. Hakkı, elinin tersiyle alnındaki teri şöylece bir sildi.
Kan beynine sıçramıştı. Karşısında dört kişilik bir çete vardı. Vuruşacaktı, başka çare yoktu.
-Davut. Bu deyusdan para çıkmıcak. Garıyı al, şu ayıtlığın ardında becer de gel. Bu herif pezevenk yalım!
-Ülen, hele bir garıma dokunun tümünüzü temizlerim valla.
Davut gitti. Sevil’i atın üzerinden çekiştirerek indirmeye çalışırken. Hakkı belinden çıkardığı tabancasını ateşledi,
-Tak tak tak
Tam alnının ortasından, inildeyerek yere düştü.
Zeybekler bu tam isabeti görünce bir an için şaşırdılar. Hakkı atından atlayıp ayıtlığın arkasındaki koca kayanın ardına saklandı.
-Sevil sür atını, gel arkama, çabuk çabuk, in atından.
Der demez. Sevil’de belinden tabancayı çıkararak, mahmuzladı atını. Ardından tüfekler patlamaya başladı. Hakkı atın, kılıfından tüfeğini çekti, aldı. Sevil de tabancasını çıkarıp ateş etmeye başlayınca İlteriş de ağlamaya başladı. Ancak onu dinleyen yok. Ortalık, barut dumanıyla doldu. Hakkı keskin nişancı olduğundan, bir küme çalının ardından taşın ardına doğru kaçan zeybeği kafasından keydirdi, devirdi toprağa.
Kozalaklı efe baktı pabuç pahalı, tüfeğini alıp, öteki topal zeybekle kaçmaya başladı.
Hakkı peşlerinden gitmedi.
Atlarına binip Bozdoğan’a doğru koşturdular. Kadılar Çeşmesi semtinde, Selanikli İhsan efendilerin evi vardı. Onların kapısını çaldılar. Kapıda kucağında bir kız çocuğuyla İhsan Efendinin eşi Çallı Necip Ağalardan Fatma hanım karşıladı.
-Anaaaa Hakkı siz misiniz oğlum? Gelin içeri, gelin içeri, gel güzel kızım. Haliniz pek perişan. İhsan efendi evde yok, ama Hüseyin evde (*** babam). Girin
içeriye, girin bakem, çekinmeyin burası da sizin eviniz, girin girin. Börülceli bir tarhana çorbası yapayım.
-Huuuu Feride akşama konuğumuz var! Divandan döşekleri çıkarıver gızım!
Feride, oğlu Kemal’in Girenizli Çerkez eşiydi. Erkeklere kök söktürürdü. Tam bir çetin ceviz.
İhsan efendinin de İlteriş’le yaşıt bir tuna-bebek kızları vardı. Adı Şükriye (1919) (***Halam, ayrıca İlkokul öğretmenim). Akşamleyin, ortada yanan mangalı çevresinde iki çocuk, sevinç içinde oynadılar. İkisi de bir dili, diyesim “çocuk dilini” konuşuyorlardı.
-Igııı, ıııı, gıııı
-Hi hi hi…ıgı ıgı.
Hüseyin(1906) geldi Hakkı abisinin elini öptü. Hakkı, başlarından geçenleri, ayırca Kozalaklı Efeyi anlattı.
Fatma hanım,
-Ah oğlum ah. Allah esirgemiş sizi. Bu kara günlerde, yiğitlikten uzaklaşıp, yüreklerin acıyla sarsıldığı günlerde üç beş tane çalıkakıcı türedi. Biri Kıllı Efe, diğeri de Kozalaklı Efe. Kozalaklı Efe, Bozdoğan yolunda bir köyde yaşar. O köyden bir kadınla evliymiş.
-Bak deyusa! Hem de evli, ancak utanmadan hem eşkıyalık yapıyor, hem de onun bunun namusuna el uzatıyor.
-Bu Kozalaklı, çevreye korku saçıyor. Bu utanmaz efe bir gün Bozdoğanlı Hediye hanımın (1887) iki oğlunu öldürerek, evdeki altın ile gümüşleri almış, ölülerini de evinin bahçesine atıvermiş. Gün ışığında delikanlı oğullarının ölüsüyle karşılaşan Hediye nine, gün boyu hem ağlıyor, hem de ileniyordu.
-Bak sen şu çalı kakıcıya!
-Hediye ninenin küçük oğlu Mustafa (1902), büyüdü, serpildi. Bir gün abilerimin öcünü Kozalaklı’dan kesinkes alacağım, anamın göz yaşlarını dindireceğim diyor.
-Şimdi nerede Mustafa?
-İstanbul’a gitti okumaya. Astsubay oldu. Mardin’de eşkiyaları uzunca yıl kovaladıktan sonra Nazilli’ye gelmişti, ancak Yunan girdi Nazilli’ye. Derler ki Kozalaklının peşine düşmüş.
-Umarım bir gün yakalar da, asılır.
– Bunlar yalnızca size saldırmıyorlar. Bozdoğan köylerini basıp, halka etmediklerini komuyorlar, namusa saldırıyorlar, soyuyorlar, cana kıyıyorlar, (Dikmen, 1952).
-Ben gebertsem iyiydi, ancak kaçtı
Ertesi gün, İhsan efendilere komşu evi, dayalı döşeli kiraladılar. Artık, düşman çıkıncaya dek, yaşam Madran dağının bir yaylası olan, buzlar gibi pınar suları olan, bal gibi incirleri, zeytinyağı sıkılarak İstanbul’daki Saray’a yollanan zeytinlikleri içinde yemyeşil Bozdoğan’da sürecekti.
Ara sıra, Bahtiyar beylere giderlerdi. İstanbullu Bahtiyar, beylerin Alaatin Çıkmaz’ı denilen yerde bir köşkleri vardı. Ahşap köşk, iki katlı, yüksek tavanlı, tavanı işlemeliydi. (***Ertengül Aydeniz, sözlü bilgi, 2017). Bahtiyar beyin babası Gümüşhaneli, eşi ise Kafkasya Çerkez’i. İstanbul, Sirkeci’de Vakıf Han Bahtiyar beylerindi. Çerkez eşi Anadolu’ya gelince yerleşmek için Ödemiş’ten yer göstermişler. Oradan Bozdoğan Eğmir’e taşınmışlar. Bahtiyar bey rastlantı olarak Eğmirli eşini İstanbul’da görüp, Bozdoğan’a göçmüş. Ölünceye dek kırahathane işletiyordu.(***Ertengül Akdeniz). Bahtiyar beyin de Leman adlı, mavi gözlü, sarışın güzeller güzeli bir kızı vardı. Leman, Şükriye ile İlteriş her gün birbirleriyle oynuyor, böylece günler günleri izliyordu.
Hakkı da, bir bahçeyi işliyor, sebze, meyve yetiştirerek oyalanıyordu.
Her gün Bahtiyar beylerin kıraathanesinde toplanıyor, ulusal kalkışma için yapılması gereken işleri tasarlıyorlardı.
Hakkı TBMM’nin düzenli ordusuna katılmaya kararlıydı. Ancak konuyu eşi Sevil’e henüz açmamıştı. Bir kişi, çok kişidir. Bire bir katıla katıla bir ordu olurdu.
Başlarında M. Kemal oldukça o ordu asla yenilmezdi.
Sen ölmesen, ben ölmesem bu vatan nasıl kurtulurdu?
(sürecek)
22 Kasım 2017, Karşıyaka, İzmir.
(***Sonunda, Nazillili Mustafa (Eren) astsubay(1902) Kozalaklı efeyi 1927 yılında yakalamış, (***Turhan ile Nurhan Eren, Mustafa Eren’in oğlu ile kızı, sözlü bilgi, 2017), Kozalaklı ayakları ile ellerinde zincirli olarak İzmir’e yollanmış, yargılanması sonrasında asılmıştır. Cumhuriyet dönemine kalan son efedir.
Bunun üzerine Hediye nine, onun ölüsünü görmek üzere gitmiş, ilentisi dilde kalmamıştır. Bozdoğanda evine dönüp, keşkekler, aşureler kaynatıp, lokmalar döktürüp halka dağıtmış, mevlüt okutmuştur.
Aslında, efelerin çoğunun kökeni acımasız soygunculuktur. Onları aklayan, Köşk Kalkanında Yunan’ın Nazilli’ye girişini engelleyerek TBMM ile M. Kemal’e düzenli ordu kurması için bir yıl kazandırmıştır”)