Bilen bilir. Bilmeyen de buradan duysun. Semtin çocuğuyum. Köyiçi-Çarşı-Akaretler-Maçka-Teşvikiye, doğup büyüdüğüm yerler. Annem ve anneannem de buralı. Yani, BEŞİKTAŞK taşı-toprağı ile yoğrulmuş mayamız. Siyah ve Beyaz DNA’larla yaratılmışız. İlkokulda gittiğim yıllarda, arkadaşlarımın “Siz hiç şampiyonluk görmediniz” fitillemeleri ile büyüyüp, ilk şampiyonluğu 1967’de tatmış bir neslin Beşiktaşk’lısıyım. Ama daha o yıllarda öğrendik biz, “Sadece Şampiyon Olmak için Sevmemeyi…” Başta babamdan, sonra da semtin güzel abilerinden öğrendik “Şerefi ile Oynayıp, Hakkı ile Kazanmayı”. Tozlu arsalarda, 56 adı verdiğimiz sahada, Maçka bostanındaki küçük sahalarda hep o kültürle yetiştik. İdollerimiz Sanlı Kaptan, Vedat Abi, “Pele Yusuf”tu. Necmi Abi’ydi Yavuz, Fehmi, Suat, Süreyya, Kaya, Küçük Ahmet’ti… Recep Adanır’lara Ali İhsan’lara, baba hakkı’lara Şükrü Gülesin’lere yetişememiştik ama Çarşı içinde hep rastlardık onlara. Birer insanlık abidesi birer Futbol Tanrısı’ydı onlar da gözümüzde. Daha sonraları “İlah”larımız çoğaldı. Milne’li, Metin-Ali-Feyyaz’lı, Şifo’lu Rıza’lı çağlara gelene kadar piştik ve artık mahalle-okul-iş arkadaşlarımızın “Siz en son ne zaman şampiyon olmuştunuz?..” iğnelemelerini artık daha az önemser olmuştuk. Oysa biz hep “Şampiyon”duk. Bilmedikleri oydu. Bence hala bilmiyorlar ve şu (benim hiç bir zaman anlayamadığım ve bir türlü kabullenemediğim) “Yıldız Hesabı”na takılıyorlar. 2 yıldız, 3 yıldız 4 yıldız şeysi.. Bir tür “rütbe” hesabına dönüştürmek istiyorlar bunu. Ama, “Feda” sezonu ile başlayan Devrim’in bugünlere getirdiği Beşiktaş’ın göğsüne ya da omuzuna taktığı payelerin 3,4,5,6,7 yıldızla ölçülemeyecek kadar değerli olduğunun farkında bile değiller. Varsın olmasınlar. Beşiktaş’ın bugünlere getirilmesinde katkısı olanların, yerli yabancı tüm hoca ve futbolcuların alınlarından öpüyorum o yüzden. Bizi “Kaç kez, ne sıklıkta, ne zaman” şampiyon olduğu sorgulanan değil, “Nasıl olduğu ve herkesin haklı takdirini nasıl kazandığı”ndan söz edilen bir camia haline getirdikleri için. Rıdvan Dilmen’e bile “9 tane ekranı yan yana koyun, Beşiktaş hangisinde oynuyorsa o maçı izlerim” dedirten bir takım yarattıkları için. Zaten tam da o yüzden, 3-0 yenik durumda iken bile, bu takımı devre arasında tribüne çağırmıyor muyuz? Zaten o yüzden, ligdeki en yakın rakibimize 3-1 yenildiğimiz maçın sonunda bile sanki o an şampiyon olmuş gibi bağrımıza basmıyor muyuz? Zaten o yüzden, Türkiye’de ve Avrupa’da taraftar olmayanların bile haklı saygısını kazanmıyor muyuz? Bu ruhtur işte bize, göğsümüzü gere gere Siyah Beyazlı forma ile ortalıkta dolaşma onurunu yaşatan. Benim küçükken hiç formam olmadı. İlk formamı satın alabildiğimde 30 yaşında filandım. Zaten çocukluğumuzda bir ucuz beyaz fanilanın haricinde bir şey giyemezdik “forma” diye. Ama göğsümüzde olmasa da yüreğimizde taşıdık o şanlı armayı hep. Bugün, şampiyonluk kutlamalarında çubuklu formamla Köyiçi’nde halay çekerken, 50 yıl önceyi, 1967’yi düşündüm. O gün de aynı ruh ve heyecanla kutlamıştık mahalledeki çocuklarla. Herkes taraftar olabilir. Ama biz BEŞİKTAŞK’lıyız.. Taraftar değil, aşığız. Sadece futbola değil, topa değil, hakkı ile ve şerefi ile oynamaya ve her zaman mümkün olmasa da, (tek kaygımız o olmasa da), “kimi zaman” da kazanmaya. Çünkü Rahmetli babam, bana o en değerli oyuncağımı, o plastik yeşil ilk topumu alırken hep bunu öğretmişti: Kazanmak değil, adam gibi kazanmaktır önemli olan. Kimseyi incitmeden kimseyi üzmeden. En değerli galibiyet de oydu. Semtin abilerinden de bunu duyduk hep. Bugünün çocuklarına da bunu öğretiyoruz. Öğreteceğiz. Kutlu olsun 15’nci şampiyonluğumuz. SEVEMEZ KİMSE SENİ BENİM SEVDİĞİM KADAR BEŞİKTAŞK SEN OLMASAN YAŞAMAK NEYE YARAR