Yeryüzünde Türkiye’den başka düşmanlarının ‘müttefik’ sayıldığı ve birlikte iş tutulduğu başka bir ülke var mıdır bilmiyorum. Bu garabet, ülkemizin yaşadığı darbeleri, ekonomik krizleri ve kendisine karşı yapılan organize ihanet ve saldırıların nasıl bu derece pervasız olabildiğini de açıklıyor aslında.
Peki, ama Batı’nın bize karşı bu bitmek bilmeyen kini neden? Bu sorunun yanıtını Anadolu’dan başlayan bin yıllık tarihimizde ama özellikle de Osmanlı’nın batıya doğru genişlemesinde aramak lazım. Batı, dünyanın ve Ortodoks Hıristiyanlığın merkezi sayılan İstanbul’u kaybetmenin, üç kıtaya yayılan fetihlerin sonunda Akdeniz’in bir Türk gölü haline gelmesinin, Avusturya kapılarına kadar dayanmanın yarattığı sendromları ve Sovyet devrimi nedeniyle yarım kalan Sevr planını unutamadı.
Bu gerçeklere rağmen Atatürk’ün ölümünden sonra Türkiye, uyguladığı tarafsızlık politikasından adım adım uzaklaşarak özellikle İngiltere ve Fransa ile yakınlaşmayı seçti. Türkiye, üzerinden yirmi yıl bile geçmeden komünizm korkusuyla yüzünü tekrar ölüm kalım savaşı verdiği düşmanlarına dönmüştü!
1952 yılına gelindiğinde NATO’ya da giren ülkemizde, Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerinden en önemlisi olan ‘tam bağımsızlık’ ilkesi de unutulmaya bırakılmıştı. Çünkü ABD, bütün NATO ülkelerinde hükümetleri kendine bağlı gladio tipi özel örgütler kurarak kontrol ediyor, milli olan kişi, kurum, örgütlenme ne varsa birer birer yok ediyordu.
Ardından asla gerçekleşmeyecek bir tam üyelik için AB’ye başvurduk! Bu sayede demokratikleşme bahanesiyle devletin işleyişini bozan adımları da birer birer attık. Yerinde yönetim denerek devlet kontrolünden çıkarılan yerel yönetimler, Güneydoğu’da PKK’nın finansörü ve lojistik merkezleri haline dönüşürken, laiklik karşıtı tarikat ve cemaatler de fırsattan istifade ederek devletin kılcal damarlarına kadar yerleşti.
Batı’nın laik ve üniter Türkiye Cumhuriyeti’ni çökertmekle görevlendirdiği gazeteci, yazar, akademisyen, strateji uzmanı, kanaat önderi, danışman gibi sıfatlar taşıyan ajanları bu terörist faaliyetleri halkımıza ‘demokratikleşme’ olarak sunmak için birbirleriyle yarıştı. Sözde müttefikler şimdi yaptığı gibi bunları sürekli besledi, korudu, ödüller verdi. Merkez medya bu tiplerden başkasını neredeyse yok saydı.
İçerden ve dışardan gelen ve yıllarca süren bu yıkım faaliyetleri elbette ki günü gelince meyvesini verecek ve sonunda kanlı bir darbe Cumhuriyet’i esir alarak hızla bölünme sürecine sokacaktı.
15 Temmuz’un neden sonuç ilişkisi açısından özeti budur. Peki, tehlike geçmiş midir? Tabii ki hayır! Batı, deşifre olmayan işbirlikçilerle yine çalışacak ve yine zamanını kollayacaktır. Zaten yapılan tasfiyeleri durdurmak için nasıl baskı yaptıklarını, bir yandan FETÖ’ye kol kanat gererken, diğer yandan Hatay’ı ve Güneydoğu’yu Türkiye’den koparmak isteyen PKK-PYD-YPG’yi nasıl silahlandırdıklarını da görüyoruz. Üstelik saklamadan, alenen…
Türkiye, 15 Temmuz darbe girişimine karşı halkın sergilediği kararlı direniş ve ardından Suriye’de başlatılan Fırat Kalkanı operasyonu ile üzerinde oynanan bu oyunları bozmuştur. Ama ABD, operasyonu asıl amacından saptırmak, yani TSK’nın PYD/YPG üzerine dönmesini engellemek için çeşitli taktikler uygulamakta ve gördüğümüz kadarıyla da sonuç almaktadır. Öyle ki Türkiye’nin desteklediği ÖSO birlikleri bölünmüş ve operasyon yavaşlamıştır. Belli ki Türkiye, Suriye rejimi ile işbirliği yapmazsa oluşturduğu güvenli bölgeden çekildiğinde bütün kazanımları kolaylıkla PYD/YPG’nin eline geçecek ve operasyon hedefinin tam tersi bir durum ortaya çıkacaktır.
Bugün bir yol ayrımına gelen Türkiye’nin yönünü artık Suriye’deki gelişmeler ve buna vereceği tepkiler belirleyecektir. Umarım, Fırat Kalkanı en baştan belirlediği bütün siyasi hedeflerini yerine getirerek tarihi görevini başarı ile tamamlar. Aksi halde Batı, Anadolu üzerindeki emellerine ulaşmada önündeki engellerden birini daha aşmış olacaktır.