Türkiye, sanayileşmesini tamamlayamamış, ithalata dayalı büyüyen, geri kalmış bir ülkedir ve tarihsel materyalizmin meşakkatli dönemeçlerinden geçmeden bu süreci tamamlaması da olanaksızdır. Ancak siyasal, ekonomik ve toplumsal devinimle hızlanabilen bu yolculuğun önünde çeşitli engebeler ve zorluklar bulunmaktadır. Karışık olarak örneklendireceğim: Aselsan’da F16 savaş uçaklarının şifrelerini kırmaya çalışan mühendislerimiz birer birer katledilmiş, fakat faillerin izi hala bulunamamıştır!
Yalancı tanık ve iftiralarla açılan Ergenekon, Balyoz, Amirallere Suikast, Poyraz Köy, Kafes Eylem Planı gibi uydurma davalarla Türk Silahlı Kuvvetleri’ni kendi olanaklarımızla güçlendirmek isteyen yurtsever subaylar tasfiye edilmiş, ordumuz yeniden yapılandırılmak istenmiştir.
Zamanımızda sanayileşen ülkelerin teknoloji alanında arayı çok açmaları, her alandaki rekabet güçlerini orantısız biçimde arttırmıştır. Bu arayı kapatmak, eğitim, bilim ve inovasyona yeterli yatırımı yapamayan ve beyin göçünü önlemek gibi bir politikası bulunmayan ülkemiz için çok zordur.
Bir başka zorluk sermaye ihtiyacı olarak karşımıza çıkmaktadır. Tüketim fazlası olan toplumda tasarrufların büyük yatırımları karşılayacak seviyelere gelebilmesi köklü bir zihniyet değişikliği yaşanmadan mümkün görünmemektedir. Türkiye küresel ekonominin bir halkası olarak kısa vadeli sermaye girişlerine bağımlı hale getirilirken, daha çok ve daha çeşitli tüketmeye alışan insanlarımız, sermaye birikimi için fedakarlık isteyecek politikacılara artık kolayca sırt çevirebilecektir.
Sanayi toplumunun bireylerini hukuka, adalete, fırsat eşitliğine dayanmadan yönetmenin zorluğu da geri kalmış ülkelerde sürecin önündeki handikaplardan biridir. Sanayileşmiş ülkelerde yöneticiler attıkları her yanlış adımın hesabını sadece seçmene değil, adalete de vermek durumundadırlar. Güçlü ekonomik yapıları, hukuka ve geleneğe bağlı siyaset kurumlarına sağlam bir zemin oluşturmuştur.
Bilimsel akla dayanarak hareket eden gelişmiş toplumları sömürmek daha zordur. Emperyal güçler bu nedenle güçlerinin yetebildiği her yerde bahsi konu süreci yavaşlatmak, kesmek ve geri çevirmek için her yolu denemişlerdir ve deneyeceklerdir.
Ama bu engel ve zorluklardan daha önemli bir şey var: toplumun sanayileşmenin ihtiyaç ve önemini anlaması, bunun bireysel gelişim ve özgürlüklere de giden bir yol olduğunu kavraması, bu yönde güçlü bir irade gösterme kararlılığına ulaşabilmesi…
BİR BAŞKA FAKTÖR
Bugün çok kullanılan ama pek somut olmayan ‘’üst akıl’’ tanımı aslında emperyalizmi ifade etmektedir. Sağ görüşlü siyasetçiler bu tanımı yıllarca kullanamadıkları için şimdilerde üst akıl demeyi tercih etmektedirler. Aynı şeydir.
Buradaki asıl önemli nokta; üst aklın veya emperyalizmin hedefindeki ülkelerde işbirlikçileri olmadan çalışamayacağı gerçeğidir. Ve ne yazık ki Türkiye, her kesimden bu tür malzemenin en bol olduğu ülkelerden biridir. Tabii bu meşum olgu bir tesadüfler zinciri olarak değil, büyük bir imparatorluk bakiyesi olarak etnik, dinsel ve mezhepsel çeşitliliğin yanında, üç kıtaya uzanan coğrafyada uzun bir tarihsel süreç içinde yaşanan eşine az rastlanır olayların, tertiplerin ve dramatik yanlışların etkileri ile ortaya çıkmıştır. Konuya bu açıdan baktığımızda akla merhum Atilla İlhan’ın “Türkiye’nin yüzde 10’luk hain kontenjanı var’’ tespiti geliyor ki, benim de kanaatim aynı doğrultudadır.
Demek ki, Türkiye’nin yüksek teknolojiyle çalışan bir sanayi toplumu olabilmesinin önünde içerden ve dışardan kaynaklanan çeşitli zorluklar, hatta barikatlar mevcuttur. Ve bunları büyük dönüşümler ve sıkıntılar yaşamadan aşmak kolay değildir. Hiçbir şey değişmeden kalamaz ama ülkemizin yakın gelecek perspektifinde bu konuda çok fazla şansının kalmadığını da söylemek kesinlikle yanlış olmayacaktır.