2002 yılında yüzde 35 oyla tek başına iktidar olma avantajını yakalayan Adalet ve Kalkınma Partisi’ni ekonomik alanda da büyük avantajlar bekliyordu. Bülent Ecevit’in başkanlığında kurulan koalisyon hükümeti büyük oranda, hatta gereğinden fazla devalüasyon yaparak zaten topu topu 9.8 milyar dolar olan cari işlemler açığını kapatıp gelecek hükümete yıllar sürecek bir borçlanma rahatlığını miras bırakmıştı.
Daha sonra Amerika’da ortaya çıkan finansal kriz zamanla reel sektörü de etkileyerek işsizliği hızla artırmaya başlayınca, Amerikan Merkez Bankası FED çare olarak faizleri sıfıra yaklaştırarak bilançosunu peyderpey genişletti. Bundan maksat ucuz maliyetli paranın tüketici güvenini artırarak ekonomide çarkların yeniden dönmeye başlamasını sağlamaktı. Piyasaya çıkan paranın bir kısmı iç pazarda bu amaca hizmet ederken, bir kısmı da faizlerin daha yüksek olduğu gelişen ülkelere(EM) gitti.
Bu paranın en çok park ettiği piyasalardan biri de Türkiye olduğu için gelen bu ucuz maliyetli bol döviz, TL’yi hak etmediği kadar değerlendirerek suni bir cennet yarattı. Halkımızın ithal mallara erişimi kolaylaştı, krediler ucuzladı, refah seviyesi yükseldi.
Ama bu durum aslında birilerinin başarısından değil, dünya konjonktürünün sağladığı avantajdan kaynaklanıyordu. Tabii avantaj denebilirse… Çünkü günün sonunda sıcak paraya bağımlı hale gelen Türk şirketleri kısa vadeli devasa bir borç yükü ile başbaşa kaldılar. Hem de FED’in faizleri artırmaya başlayacağı, paranın emilerek maliyetinin artacağı bir dönemde…
Bugünlerde herkesin gözünün kulağının dolarda olmasının, dolar yükselince feryatların da yükselmesinin, ekonomi haberleri deyince akla sadece dolar kurunun inip çıkmasının gelmesi de hep bu başarıdan(!) kaynaklanmaktadır. Merkez medyaya göre de bu sözde başarının mimarı Kemal Derviş ile aynı anlayıştan gelen neo- liberal Ekonomi Bakanı Ali Babacan’dır.
Ama 2013 yılının Mayıs ayına gelindiğinde Amerikan Merkez Bankası varlık alımlarını azaltacağını duyurunca dolar bütün dünyada yavaş yavaş değerlenmeye başladı. Artık para (dolar) tamamen çekilmeden cari açık yüzde 3-4 aralığına inmeli, riskler azaltılmalıydı. Böylece Türk ekonomisi hızla küçülmeye başlamış, büyü bozulmuştu. Bu arada marifetin de kişilerden değil, dünya konjonktüründen kaynaklandığı anlaşılmıştı.
Şimdi geldiğimiz noktada Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi, siyasi iradeyi arkasına alarak bu çarpıklığı düzeltmeye çalışmaktadır. Ağustos ayında cari işlemler dengesi sadece 160 milyon dolar açık verdi ve böyle giderse önümüzdeki aylarda cari denge fazla vermeye başlayacak. Bu, bizi kırılganlıktan kurtarıp FED’in faiz artırım sürecini bir krize yakalanmadan atlatmamızı sağlayabilecek tek doğru politika.
Peki muhalefetin bu yalın gerçeğe karşı tutumu nasıl?.. Bu risk ortamında cari açığı süratle azaltmanın başka bir yolu olmadığını onlar da biliyor, konuyu fazla istismar etmiyorlar. Ama olası bir koalisyon durumunda yine eski yola, yani ‘’faizi yükselt dövizi indir ki para gelsin’’ yoluna sapmak isteyeceklerinin işaretlerini de şimdiden veriyorlar; bunu oluşturdukları ekonomi kadrolarından anlıyoruz. CHP’deSelin Sayek Büke, Faik Öztrak, MHP’de Erhan Usta, Durmuş Yılmaz gibi isimler Kemal Derviş’in aynı ekolden gelen arkadaşları ve fikirdaşları olarak yerlerini aldılar. Merkez medyada çıkan haberlerden anladığımıza göre; şayet ekonominin dümenine geçme fırsatı bulurlarsa mevcut paradigmayı tersine çevirecek, küresel sermayenin ve içerideki lobinin istediği ortamı (Örn. Merkez Bankası’nın istediği kadar faiz artırmasına imkan vermek gibi) yeniden sağlayacaklarmış… Alternatif politikalar üretmesi gereken muhalefetin geldiği bu noktada yoruma gerek olduğunu sanmıyorum.
Türkiye’nin gündemindeki finansal riskler, düşen petrol fiyatlarının da etkisiyle bu şekilde azalmaya başlamışken, katliam boyutundaki terör olayları, neredeyse her gün dökülen şehit kanları içimizi yakmaya devam ediyor. Neyse ki bu arada Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in İsviçre’den gelen başarısı hepimize moral ve gurur verdi. Türk Milleti kendisine bu bakımdan minnet borçludur. Fakat bu seçim arifesinde onunla bırakın ittifak yapmayı, diyalog bile kurmaktan kaçınan ama kendini bölücülere karşı savunan devlete ‘’katil’’ deyip kanlı örgütlerin yaptığı katliamları devlete yıkmakta beis görmeyen ayrılıkçılarla diyalog kurmaktan kaçınmayan bazı siyasetçiler de bizimle aynı duyguları paylaşabildi mi acaba? İnsan merak ediyor!..