Bayramlar nicedir, kentten kaçıp gitme, uzak beldelerde tatil yapma lüksüne dönüştü. Lüks diyorum çünkü günümüz ekonomik koşullarını dikkate aldığınızda değil emekçilerin, orta gelirlilerin bile böyle bir tatilin üstesinden gelmeleri olası görülmüyor. Üstelik kara yollarında araç kullanma eziyetine katlanabilmek için sürücülerde Eyüp Sultan sabrı olmalı. Bayram süresince yollarda trafik kazaları, yitirilen, yaralanan canları da düşündüğünüzde bu tür bir bayram keyfini(!) anlamakta zorlanırsınız. Sosyal bilimci değilim ama yurttaşlarımızın büyük bir bölümü için bu konuda bazı ipuçlarına sahibim diye düşünürüm. Acı yaşantımızın ayrılmaz parçalarından biri. Acıdan haz duyarız adeta. Soframızda, günlük yaşamda, seyrettiğimiz dizilerde, gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde hep acıyı ararız. Anımsayın yıllar önce bir televizyon kanalının ünlü bir ankormanı vardı. Muhabirler yayında önemli bir haberi anlatırken heyecanla ve şehvetle haykırıvermişti “Acı var mı? Acı”. Evet, acı varsa o kanal gecenin izlenme rekorunu da kırabilirdi. Bir ünlü mü ünlü arabesk şarkı ustamızın aklımdan çıkmayan bestesinin can alıcı dizesi: “…Ben zaten her acının tiryakisi olmuşum” Bizim köylülerin deyimiyle de buyur buradan yak. Eh kafanıza üşüşen bu denli acılı ortamdan kendinizi kurtarabilmek için iki tek atmaya karar verdiniz. Girdiniz bir meyhaneye. Daha ilk yudumu aldınız o ne dinlediğiniz şarkı acı ötesi. “Kimseye etmem şikayet ağlarım ben halime/ Titrerim mücrim (suçlu) gibi baktıkça istikbalime.” Güfteyi yazan makul şüpheyi önceden mi görmüş dersiniz!
Bunların tümüne cehennem edebiyatı ile insanları yaşarken ölüye sayan yeni din ulemalarını da eklerseniz durumun ne denli vahim olduğunu görürsünüz. Ey! Sosyal bilimciler, ey psikiyatrlar, ey psikologlar gelin bu toplumun hastalığına neşter vurun. Çok geç olmadan çare üretin. Toplumun derinlerde yatan sevgisizliği, nefreti, şiddetseverliği gün yüzüne çıkarın. Tez elden onarmaya çalışın. Görmüyor musunuz? Gülmenin, kahkaha atmanın, insanları, hayvanları, doğayı sevmenin, aşık olmanın, yaşamı sevmenin kaybolmaya yüz tuttuğu çorak bir iklime hızla gidiyor ülke. Yalnız değilsiniz. Geziden ders çıkarmış ne çok insanımız var. Kadını erkeği, cinsiyet köken ayırmaksızın aydınlık arayan ne çok insan var… Birlikte söylenen şarkılar, mutluluk saçsın kuş şakımaları gibi. Akarsuların şarıltısını, ağaçların senfonisini, hayvanların masumiyetini, gökyüzünün maviliğini fısıldasın nağmeler her kulağa. Bir şiirin lezzetinde akıp gitsin hayat.
İstanbul gibi büyülü bir kent bütün bu düşleri gerçeğe dönüştürebilirdi dönüştürmesine. Olmadı. Şimdilerde gök kule çirkinliğinin, köstebek yuvasına dönüşmüş cadde ve sokakları, insana değil araçlara endeksli kaldırımları ile çilekeş İstanbulluların bayram seyran her fırsatta uzaklaştıkları çirkin bir mega kent. Bayramda betona kesmiş kent ıssızdı. Coşkusunu yitirmiş Taksim alanı solgun, üzgün ve kimsesiz. İstanbul’a kıymayın efendiler demişti bir şiirinde Nâzım usta. İşte kıydılar bile. Yine de yürekte umudumuz yeşerdi yeşerecek.
Ömer Hayyam’ın 1050-1121 tarihleri arasında yaşadığı biliniyor. Dürüst kişiliği ve bilgeliği ile tanınınmış döneminde. Kur’an, Hadis, İslam ve Yunan felsefelerini okumuş. Matematik bilimi üzerinde yetkin bir isim. Yergi şiirlerinin çoğunda Müslümanlığı yozlaştıran softaları hedef alır. Bizde de iktidar yandaşlarınca sevilmez Hayyam. Ne garip tecelli. Ömer Hayyam’ın bir şiirini A.Kadir çevirisinden sunarak bitiriyorum yazımı. Nice aydınlık bayramlara…
Çiy Tanesi Gibi
Her şeyi düzene koymuş gibi yaşa,
İçindeymişin gibi yemyeşil bir sevincin,
sanki geçimin falan yolunda,
çiy gibi oturdun say yeşillikte bir gececik,
kalkıp gidiyormuşsun sabahleyin,