Güneşli bir yaz sabahına uyandım. Günlerden pazar. Yazı, çizi, konuşmalar gibi önceliklerimi bir yana bıraktım. Kendimi sokağa vurdum. Adada hafta sonu kalabalığı. Vapurlar, motorlar iskelelere yolcu indiriyor ha bire. Büyüğü küçüğü, kadını erkeği ile serinlemeye denize koşuşturuyor insanlar. Bir süre izliyorum. Sonra ters yöne seğirtiyorum. Köşe başında bulabildiğim arkalarda bir yere oturuyorum. Burası dostlarla buluştuğumuz, kahvesini, demli çayını içtiğimiz alçak gönüllü, sevimli bir mekan. Kahvemi içerken bir yandan da keyifle pipo tüttürtmeye koyuluyorum. Yaşama renk katan her güzelliği elimizden alma uğraşındaki iktidar böylesi küçük mutlulukları da yasaklar hanesine kaydetmeyi sürdürüyor. Bakalım bundan böyle daha ne tür yasaklara tanık olacağız. Yılların eskitemediği emekli bir milletvekili dostumla siyaset ve siyasetçiler üzerine sohbete başlıyoruz. İsmet İnönü, Celal Bayar, Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel’in üsluplarına dikkat çekiyor dostum. Siyasi rakiplerinin arkasından konuşurken bile kullandıkları sözcüklerin zarafet içerdiğini anımsatıyor. Haklıydı. Bu konuda benim de tanıklıklarım vardı. Meydanlarda mikrofonda, ekranlarda bağırarak konuşmalar, belden aşağı vuran, nefret kusan söylemler politika erbabının yeni marifetleri. Seçim öncesi ve sonrası Selahattin Demirtaş’ın sakin, akıcı, yer yer esprili konuşmalarına da övgüyle değindik. Emekli milletvekili dostum, ölümünden birkaç ay önce Süleyman Demirel’i ziyaret etmiş. Sohbet sırasında Demirel’in bir cümlesinin altını çizmiş. Şöyle diyesiymiş 9. Cumhurbaşkanı: “…Bu gün artık ülkenin yönetilecek durumu kalmamıştır.” Haksız mı? dedim dostuma. Şimdilerde ne kural kaldı ne de kurumlar. Dostum gülümseyerek ekledi: “Seçim sonrasındaki süreçten fevkalade memnunum. Ekranlardan, meydanlardan taşan o bağrış çağrış yok. Sessizliği özlemişiz. Hükümetsiz de bir biçimde devlet işleri pekala yürüyor.” Gülüştük. Bu denli politika yeterdi. Kendime pazar tatili vermiştim. Sözde. medya, politika sorunları gündemimde olmayacaktı. İzin isteyip kalktım, sıcağa rağmen deniz kıyısında uzunca bir yürüyüş yaptım. Denizin dalgalarını, martıların seslerini dinledim. Karımı özlemişim. Ne kadar severdi bu küçücük adayı, bu sahil yolunu. İçimden hiç atamadığım hüzün yine tüm benliğimi sardı. Birden kendimi onca kalabalığın arasında yapyalnız hissettim, Fuzuli’mi mısralarını mırıldandım : “ Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge/Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayrı.” Benimki aslında pek yalnızlık da sayılmaz, çaresizlikten kaynaklanan bir duygusal durum demek daha doğru. Sanki bir tür kendine yazıklanma. Oysa nefret ederim kendine acıyan, kişiliği zayıf insanlardan. Üstelik çocuklarım, damadım, torunlarım ve kardeşten yakın dostlara sahibim. Böylesi düşüncelerle boğuşurken gel git yenileri de üşüştü beynime. Yaşadığımız coğrafyadaki insanlık dramlarını, zulmü, insanlık ayıplarını, emek insanlarının sıkıntılarını anımsadım. Sabahki iyimser havam kaybolmaya yüz tuttu. Geriye döndüm. Arka sokaklardan ağır ağır evimin yolunu tuttum. Okur da yazarının en yakınıdır diye düşünürüm. Bu açıdan kendimi fazlaca anlattığım bu yazı için okurun hoşgörüsüne sığınıyorum. Gece şiirle haşır neşir oldum. Bizim kuşağın usta şairlerinden Ülkü Tamer’den “Uyku” şiirini sevdim ve yazıyı bu şiirle sonlamak istedim. Umarım beğenirsiniz.
Bana çiçek gönderme
Bir kuş ağacı gönder
Dallarında gezinsin
Kül rengi güvercinler
Konsunlar yastığıma
Uyutmak için beni
Sırtlarında kuş tüyü
Gagalarında ninni
Kaldırıp yatağımı
Uçursunlar göklere
Kendimi yıldızlarda
Bulayım birdenbire
Bana çiçek gönderme
Bir kuş ağacı gönder
Alnıma dokunsunlar
İyileşmiş desinler