Kimseyi ayırt etmezdi. Yüreği insan sevgisi doluydu… Topaç gibiydi. 1.60 boyu vardı. Ama sevgi dolu yüreği boyunu aşardı.
Hele hayvanlara olan sevgisi sanki herşeyin üzerindeydi. Kedilere köpeklere “evlat” derdi.
Belediyenin itlaf ekipleri herhangi bir yerde kıyıma giriştikleri zaman ondan çekecekleri vardı. Telefonu elinden bırakmaz, itlaf ekiplerinin yetkilisini bulur onlara lanetler yağdırırdı.
En çok konuştuğu kişiler hayvanları koruma derneklerinin yöneticileriydi. Hayvanlara yönelik en küçük bir olayda onları ayağa kaldırır, pankartlar astırır ve onlarla bir olup sokaklarda eylemler yapardı.
Hatta sıcak ülkelere göç ederken yaralanıp İstanbul üzerinde düşen leyleklerin bile imdadına koşardı. Bütün güvenlik güçlerini alarma geçirir. Hayvanları hastanelere taşıtırdı.
Bir gün Fatih’te çukura düşen leyleği kurtarmaları için itfaiye ve polise haber verdi. Onlar ilgisiz kalınca ortalığı ayağa kaldırmak için “Yangın var” diye ihbarda bulundu. Polisleri ve itfaiyeyi olay yerine gönderdi. Sonra yaptığı işin yanlış olduğunu bile bile gülerek “Leylek kurtuldu. Yavrucak kurtuldu” diye sevindi.
TELEFON AÇILMAZSA “AÇSANA… AÇSANA” DİYE BAĞIRIRDI
Beyazıt Kulesi’ndeki itfaiyeciler… Boğazdan geçen gemilere yol veren kılavuz kaptanlar… İstanbul’un tüm karakolları ve polisleri… “Rıfkı Baba” adını ezberlemişlerdi.
Polisler Hürriyet muhabirlerine “Siz de bir Rıfkı Baba var. Bizi her gün arar. Derdimizi, sıkıntımızı sorar. Bizi rahatlatır. Aramasa aklımız kalır. Kim bu ?” diye sorarlardı. İnsanları adıyla sanıyla arar, aradığı kişiye kolay ve mutlaka ulaşırdı. Ezberinde yüzlerce telefon vardı. Cilt cilt telefon defterlerinde olmayan kişinin adı yoktu.
Birisi telefon numarası sorduğu zaman o kalın ciltleri evirir çevirir o karmaşık notların arasından aradığını kısa sürede bulup cevap verirdi. Veye masasının üzerinde karalama şeklinde yazdığı notlarının arasından aradığı kişinin adını ve telefonunu “şıppadanak” bulurdu. Telefonun numaralarını parmaklarını hızlı ve sert hareket ettirerek dövüşür gibi çevirir. Tuşlu telefonları döver gibi tuşlardı. Daha karşı taraf açmadan “Alo! Alo”diye bağırırdı. Açmakta gecikince de “Açsana…Açsana” diye bağırırdı. Hele bir “Alo” deyişi vardı “tınısı” ve “müziği” dinlemeye değerdi.
KİM NERELİYSE O DA ORALI
Bir karakolu ararken karşısına çıkan polislere ilk sorusu “Nerelisin?” oluyordu. Memleketini öğrenince hemen yapıştırıp “Ben de oralıyım” derdi. Ve eklerdi “Bir kahveni içmeye geleceğim. Bir kahvenin kırk yıl hatırı var” derdi. Ama hiçbir zaman o karakollara gidemedi. Sadece yılbaşlarında belli haber kaynaklarına takvim, kalem defter dağıtmak için çırpınıp dururdu. Baba’nın hediye dağıtmakta ki telaşını gören herkes kendi kontenjanından onu takviye ederdi.
Rıfkı Baba yemek yemeyi çok severdi. Herkesin elinden yemek fişlerini toplar saat 11.00 sıralarında kafeteryada yemeğe çıkardı. Saat 14.00’e doğru çıkar bir daha yemek yerdi. Bu arada kafeteryadaki aşçılarla sohbet ederek kediler ve köpekler için mutfakta kalan yemekleri ayırıp torbalara doldurturdu.
BABA, İTALYA
SEYAHATİNİ SAKLADI
Yurtdışına görevden dönen muhabirlerin cebinde kalan yabancı bozuk paraları toplayarak biriktirdi. Ve hayatında ilk kez İtalya’ya oturan kızını görmek için bir haftalığına sessizce yurt dışına gidip geldi. Seyahatinin duyulmaması için elinden gelen gayreti gösterdi. Duyanlar sorunca da “Zengin olduğumu zannedecekler. Aman sus… sus!”diyerek işaret parmağını dudaklarının üzerine kapatırdı.
AHİZEYLE MASANIN ALTINA GİRER KÜFÜR EDERDİ
Bazen karşısındaki kişi onu kızdırırdı. O zaman kimse duymasın diye telefonun ahizesi kulağında masanın altına eğilir ve “Ben senin ananı, avradını sülaleni sinkaf ederim. Ben seni… Ben seni…” diye bağıra bağıra küfür eder ve telefonu bütün gücüyle “taak” diye kapatırdı. Sonra da başını kaldırır ve kimse duydu mu diye çevresine bakınırdı. Bakanlar olursa utanırdı.
“Evladım bu insanlar adam olmuyor” derdi.
Biz onun bu halini bilirdik. Duyar duymamazlıktan, görür görmemezlikten gelirdik.
Ama aramızda ki hinler durur mu…
Başta Şakir Şad ve Mahir Çerçi, Baba’nın kızdığını görünce hemen yanına seğirtirlerdi. “Baba seni kim kızdırdı:” diye sorarlar ve ona içini döktürürlerdi
Baba telefondaki kişiyi unutur kendi dertlerini anlatmaya başlardı.
GAZETEYE İMTİHANLA GİRDİ
“Hepsi gazete için.Yaptıklarımın hepsi gazete için ama kıymet bilen yok. Gene parsayı başkaları topluyorlar. İşi biz veriyoruz malı onlar götürüyorlar. Yukardakilerin bundan haberi yok. Bir kere çağırıp bu da senin hakkın diyen olmadı” diyerek kendi verdiği istihbarat sonucu haftalık ödül listesinde para alanların adını bir bir sayardı.
“Ben bu gazeteye imtihanla girdim. Hem de birinci oldum. İstanbul Barosu’nun kayıtlı avukatıyım, Keşke avukatlık yapsaydım diye hayıflanınca…
“Yapsaydın baba…” diyenlere…
“Bizden geçmiş…Bu gazetecilik bizim kanımıza işlemiş… Bizim yaşamımız bu…Ben yalan söyleyemen. Avukatlık doğru adam işi değil” derdi.
YAKTIN BİZİ BABA
Foto muhabirlerine “Fotoğrafçı parçaları” derdi. Ama onları severdi. Hepsini ite kaka zorlayarak işe gönderirdi. Muhabirler onun verdiği istihbaratla işe giderken “Yaktın bizi baba…Bir boş olsun dönüşte görüşürüz” derlerdi. O aldırmaz “Gittiğiniz yerden mutlaka beni aramadan dönmeyin.Ben size gelişmeleri haber veririm” derdi. Bazen muhabirleri yanlış ihbarla işe gönderdiği ortaya çıkınca “Yaktım çocukları… Yaktım” diye dövünürdü.
FOTOĞRAFÇI PARÇALARI
Kelebek Gazetesinin yaş gününün olduğu bir gün gazetenin merdivenleri sanat dünyasının gönderdiği çiçekler çelenklerle dolmuştu. Foto muhabirleri aralarında bir olup “Baba’ya bu çelenklerden birini gönderelim” diye karar vermişlerdi. Nitekim yaklaşık iki metreboyunda bir çelengi “Baba’ya bu yakışır”diye uygun bulmuşlardı. Çelengin üzerine “Fotoğrafçı Parçaları” diye kağıt iliştirerek iki çocukla Rıfkı Baba’ya gönderdiler. Rıfkı Baba İstihbarat Servisi’ndeki kulübe gibi odasında otururken iki çocuk getirdikleri koca çelengi küçücük odanın kapısının önüne koyup adeta kapattılar. Rıfkı Baba koca çelengi güçlükle iterek odadan dışarı çıktı . Şaşırmıştı. Getiren çocuğa “Oğlum kim öldü?” diye sordu. Çocuklar “Ölen yok. Bunu Rıfkı Kadam’a gönderdiler” deyince Baba “O benim” diyerek çiçeğin üzerindeki yazıyı aldı. Kağıdın üzerindeki “Fotoğrafçı Parçaları” yazısını görünce “Evlatlarım beni düşünmüşler” diyerek koca çelenge sarılarak ağladı. O koca çelenk küçücük odanın kapısı önünde akşama kadar kaldı. (DEVAM EDECEK)