Yazımın başlığını Cemal Süreya’nın aynı adı taşıyan şiirinden aldım. Yazıya oturduğumda kendimi alabildiğine yorgun ve kederli duyumsadığım bir pazar günüydü. Nicedir süren puslu, kurşuni sıkıntılı havayı dağıtan pırıltılı aydınlık bir gün var dışarıda. Güneş karanlık tüm güçlere karşı inadına geleceğe kocaman bir umut gibi parlıyor, ısıtıyor. Ocak ayının 19’u bugün. Gazeteci meslektaşım, kardeşim Hrant’ın katlinden bu yana yedi yıl geçmiş. Yaşasaydı hiç terk etmediği iyimserliği ve yüzüne yayılan sevimli gülüşüyle umuda dair tümceme bir kahkaha koyuverir miydi bilemiyorum. Bildiğim, içinde yaşadığımız günlerin hiç de romantizme yer bırakmayan gerçeklikler taşıdığı. Kaosa dönüşen nefret söylemlerinin havada uçuştuğu, sevgisiz, insan değerini ve emeğini paspas eden bir dönemden geçiyor ülke. Bakın Hrant Dink davasına 7 yıldır tetikçilerin arkasındaki gizil güçler belirsizliğini koruyor. Davada en küçük bir ilerleme yok. Adaletsizliği temel alan bu oyuna daha fazla katlanamayan Dink ailesi duruşmalara katılma gereği duymuyor artık. Hrant’ın katlini tezgahlayan örgütler, azmettiriciler, bilgi sahibi oldukları halde gerekli önlemleri almamakla suçlanan devletin memurları, kolluk güçleri sorgulanmak bir yana soruşturulmuyor bile. Devlet erkinin gelenekselleşen ‘Memurunu koruma, kollamada ısrarlı tutumu’ aslında giderek yaygınlaşan ‘cezasızlık’ prensibini de beraberinde getiriyor. Hani nerede şeffaf devlet, nerede bilgilenme hakkı ve nerede adil yargı hakkı? Demokrasi derseniz, Türkiye yurttaşları o kavramla cumhuriyetin kuruluşundan bu yana tanışma fırsatını hiç bulamadı.
Hrant’la tanışalı uzun yıllar oldu. Cağaloğlu’da Leyla Tavşanoğlu tanıştırmıştı. ‘96 falan olmalı. Frekansımız tutmuş ki sonraları her rastlaşmamızda içtenlikli sevgi gösterileri ile karşıladık birbirimizi. Derinlikli sohbetler ettik. Eski İstanbul, doğduğum, çocukluğumun büyük bir bölümünü geçirdiğim Gedikpaşa, Kumkapı ve oralarda yaşanan çıkarsız, hoşgörülü yaşantı eksik olmazdı sohbetlerimizde. Agos onun yaşamının en önemli parçalarından biriydi. Konuşmalarında olduğu kadar yazılarında da açık yürekliydi. Düşündüğünü hiç çekinmeksizin konuşur/yazardı. Oto sansürü de sansürü de sevmeyen gerçek bir gazeteciydi. Ne yazık ki onun iyi niyetine karşın medyayı ırkçı, faşist fikirleri ve söylemleri için kullanan birileri ölümüne dek Hrant’la uğraştılar. Onu ihbar eden, hedef tahtasına koyan kişilerin kendilerine gazeteci sıfatını yakıştırmaları mesleğimiz adına bir utançtır. Hrant’ın öldürülmesinde bilerek ya da bilmeyerek vebali olan bu kişiler günümüzde de hiç vicdanları sızlamadan başka komploların peşinde boy gösteriyorlar. Evrensel gazetecilik normları ve özgür bağlantısız gerçek gazeteciler adına bu en büyük üzüntümüzdür. Hrant’ı çok özlüyorum. Her zaman belleğimde ve yüreğimde bir dost olarak yaşayacak.
Yazımın başlığını Cemal Süreya’dan aldığımı söylemiştim. Usta şair 9 Ocak 1990’da veda etmişti yaşama. Usta’nın “Az Yaşadıksa da” adlı şiirini Hrant Dink’in anısı için okurla paylaşmak istiyorum:
Ben kibriti çaktığım zaman
Her şey kırmızıydı yüzün olarak
Ben kibriti çaktığım zaman
Çünkü her yüz memlekettir
Ben sigaramı yaktığım zaman
Çünkü her sigara bir kelimedir
Ben sigaramı yaktığım zaman
Güz günleriydi bir şarkı olarak
Bir güvercin ben öldüğüm zaman
Nice hüzünlerden yaprak yaprak
Bir güvercin ben öldüğüm zaman