Beşiktaş A2 Takım Antrenörü Bülent Kayıtken, akademik kariyerini ve hedeflerini anlattı. Bu yılki performansıyla göz dolduran A2 Takımı başında genç ve yetenekli bir antrenör bulunuyor. Ancak bu teknik adamı meslektaşlarından ayıran çok önemli bir özelliği var. Futbolcuların çoğu jübilesini yaptıktan sonra federasyonların ve çeşitli kuruluşların düzenlediği kurslara katılarak antrenörlük belgesini alır ve takım elbisesini giyerek yedek kulübesinde kendisine ayrılan koltuğa oturur. Fakat, A2 Takımı Antrenörü Bülent Kayıtken, alışılanın aksine sahadan değil üniversite koridorlarından geliyor kulübeye.
1980 tarihinde İzmir’de dünyaya gelen Bülent Kayıtken, liseyi bitirdikten sonra Celal Bayar Üniversitesi Beden Eğitimi Spor Yüksekokulu’na girmeyi başarır ve kariyerini akademisyen olarak sürdürmeye karar verir. Marmara Üniversitesi’nde doktorası bitirmek üzere olan, iyi derecede İngilizce ve İspanyolca bilen Bülent Kayıtken’in çeşitli takımlarda yardımcı antrenör ve kondisyoner olarak çalıştıktan sonra son durağı Beşiktaş A2 Takımı olur.
Hüseyin Eroğul’un röportajı;
Kendinizden ve akademik kariyerinizden bahseder misiniz?
Celal Bayar Üniversitesi Spor Akademisi’ni bitirdikten sonra aynı okulda yüksek lisansımı yaptım. Bu süre zarfında da araştırma görevlisi olarak çalıştım. Master eğitimimi yaptığım sırada da Beden Eğitimi Spor Yüksek Okulu’nda araştırma görevlisi olarak devam ettim. Ayrıca, bu tarihlerde üniversitenin performans laboratuvarının sorumluluğunu yaptım. Bu süre zarfında Manisaspor’un altyapısının oluşturulmasında görev aldım. Daha sonra da devlet kadromdan istifa ederek sahada çalışmaya karar verdim. Malatyaspor’da çalıştığım sırada Marmara Üniversitesi Beden Eğitimi Spor Yüksekokulu’nda spor fizyolojisi bölümünde doktoraya başladım. Şu an tezimi savunma aşamasındayım, bundan sonra doktoramı tamamlayıp unvanımı alacağım. Malatyaspor’un yanı sıra İstanbulspor, Erzurumspor, Orduspor, Konya Şekerspor, Kasımpaşa ve Azerbaycan’ın Karvan kulubünde çalıştım. Bu sürede yurt içinde ve yurt dışında hem eğitim almak için, hem de eğitimci olarak birçok eğitime katıldım. NPTI (National Personal Training Institu)’nin ve UKSCA (United Kingdom Strength & Conditioning Association)’nın eğitimcisiyim. Bunların yanında federasyonun bazı kurslarında da fiziksel performans gelişimi dersleri verdim. Bunların dışında 2004 yılında Avrupa Spor Bilimleri Kongersi’nde Ace geninin kuvvet antrenmanlarında tekli set ya da toplu set tercihine olan etkisi üzerine geliştirdiğimiz projeyle Avrupa’nın gelecek vaat eden en iyi 5 araştırmacısından biri seçildim. Şu anda da Beşiktaş A2 Takımı’nda teknik direktör olarak görev yapıyorum.
Futbolun dışındayken futbolun içine gelmişsiniz. Futbolculuk geçmişiniz var mı?
Futbolun çok uzağında sayılmam. Altayspor’un minik, yıldız, B genç, A genç takımlarında oynadım. Daha sonra Altayspor’un pilot takımı Yolspor’da görev yaptım. Oradan da 3. lige terfi için oynayan İzmir’in iyi kulüplerinden Gümüldürspor’da ve son olarak Selçuk Efes takımında oynadım. Yaklaşık 12 yıllık futbol oynamışlığım var.
Futbola neden devam etmediniz?
Ailem istemedi, ben de okuma taraftarı oldum. Çünkü futbolcu olacaksam en iyisi olayım, olamayacaksam bu işi yapmayayım diye düşünüyordum. 18 yaşına geldiğim zaman da 1. lig düzeyinde futbolcu olamayacağımı anladım. 2. ligde oynamak istemedim ve üniversiteye devam ettim.
Yardımcı antrenör ve kondisyoner olarak görev yapmışsınız ancak burada ilk teknik direktörlük deneyiminizi yaşıyorsunuz. Zorluk çekiyor musunuz?
Daha önce yardımcı antrenörlük ve kondisyonerlik yaparken de çalıştığım takımlarla birlikteydim. Direkt teknik direktör olarak görev yapmadım ancak zaten yardımcı antrenör demek takımı yönlendiren kişi demek.
Bu ilk tecrübeniz, nasıl gidiyor?
Altyapıda ilk defa görev yapıyorum. Benim için zor bir deneyim oldu. Profesyonel takımlarda çalıştıktan sonra çok zorlandım. Çünkü profesyonel zihniyetle altyapı zihniyeti çok farklı. Altyapılarda işler biraz daha yavaş işliyor. Üst yapı takımlarında zamanla yarıştığınız için ve işin içinde çok önemli kriterler bulunduğu için istekleriniz çok çabuk yerine geliyordu. Bunun yanında oyuncular belli bir seviyede olduğu için söylediklerinizi çok daha iyi anlıyorlardı ve bu da işinizi kolaylaştırıyordu. Altyapıdaki futbolculara profesyonel takımı göstermeden orayı anlatmak oldukça zor. Ama önemli olan görmeden bazı şeylere hazır olmaları. İşte bu beni biraz zorladı.
Aynı zamanda eğitici bir rol de üstleniyorsunuz.
Tabii ki. Altyapıda ciddi eğitimler verilmeli. Bir oyuncunun üst tarafa en iyi eğitimi almadan gitmesi düşünülemez. Fakat eğitimin yanında futbolcuya her imkanın en iyisinin sağlanması gerekiyor. Yani futbolcu iyi yemek yiyecek, iyi malzeme giyecek, iyi yerde yatacak, iyi giyinecek. Her şekilde üst tarafa hazır olacak oyuncu. Konuşma olarak, yemek adabı olarak, oturma kalkma olarak, giyim tarzı olarak, televizyon izleme şekli olarak, birisiyle konuşurken takınacağı tavır, konuşma adabı olarak her türlü eğitimi alması gerekiyor. Bir futbolcu bunları öğrenmeden üst tarafa gittiği zaman dünyası bir anda değiştiği için bocalıyorlar, uyum sağlayamıyorlar. Üst düzeyi öğretmediğiniz müddetçe bir futbolcuyu üst düzeyde oynatmak mümkün değildir.
Akademik kariyerinizden vazgeçip antrenörlükte karar kılmak büyük bir cesaret ister herhalde.
Ben bu sorumluluk için birçok insanın girebilmek için can attığı devlet kadrosundan istifa ettim. Herkes “deli misin” dedi. Üniversitede hocalarımızın bir yandan okulda çalışıyorlardı bir yandan da bazı takımlara danışmanlık yapıyorlardı. Ben bunu kendime uygun görmedim. Ya o işi yapmalıydım ya da bu işte olmalıydım. Sonunda istifa edip sahayı tercih ettim. Ben bunu yaptığım zaman 23 yaşındaydım.
Resmi olarak olmasa da doktora sahibi olduğunuzu söyleyebiliriz, çünkü ufak bir formalite kalmış artık. Doktoralı bir teknik direktör olmak sizi baskı altına alıyor mu?
İlk başlarda çok baskı altına aldı. ‘Sen futbolun içinden gelmiyorsun, sen futbolu bilmezsin. Bu iş kitaplardaki gibi değildir’ diye konuşmalar oldu ilk dönemlerde. Real Madrid’in teknik direktörü Mourinho, futbolculuk geçmişini sorgulayanlara “Jokey olmak için önce at mı olmak gerekiyor” diye cevap vermişti. Ben de onun gibi düşünüyorum. Fakat katıldığım bazı noktalar var; evet futbol kitaplarda yazıldığı gibi değildir. Akademisyenler çok uzun yıllar futbolun içinde olurlar belli bir beceriye sahip olduktan sonra hizmet edebilirler. Yoksa sadece akademik olarak iyi olanların sporda başarılı olacağını ben de düşünmüyorum. Yani bir akademisyenin kalkıp futbola girip, futbolu anlayıp futbola hizmet etmesi çok zor. Futbolu bilmesi gerekiyor. Yani böyle bir antrenörün sahanın tozunu da yutması gerekiyor biraz. Kitaptaki teorik bilgiyle sahanın tozunu harmanlayacak ki o zaman ele avuca gelir bir şey olur. Çevrenin endişesi biraz baskı altına alıyor beni. İnsanlar haklı olarak ‘Acaba başarabilecek mi’ diye düşünüyorlar. Bu. insanoğlunun özünde var. Önce negatif yaklaşırız olaylara. Çok az insan ‘belki yapabiliriz’ diye düşünür. Dolayısıyla yaptığım işte sürekli başarılı olmak zorunluluğu hissediyorum. Çünkü en ufak bir sendelemede “biz demiştik” diyen insanlar olacak. Onlara bu fırsatı vermek istemiyorum. Çünkü eğer ben başarılı olabilirsem benim gibi insanların önünü açacağım.
Böyle bir görev için alışılmışın dışında bir yaştasınız. Bunu bir dezavantaj olarak görüyor musunuz?
Tam tersine avantaj olarak görüyorum çünkü enerjim avantaj sağlıyor. Çoğu futbolcu 35 yaşında yardımcı antrenörlüğe başlar. Ben 35 yaşına geldiğimde 15 yıllık antrenörlüğüm olacak. Ben zamanı buradan kazanıyorum biraz. Ayrıca bu yaşlarda futbolcuyla daha iyi iletişim kurabiliyorum.
A2 Takımı ile hedefleriniz nedir peki?
Öncelikli hedefim, A takımda uzun yıllar boyunca oynayabilecek, A takımı psikolojik olarak kaldırabilecek, Beşiktaşlılık duruşunu yansıtacak futbolcu yetiştirmek. Bunun dışında ne şampiyon olmak ne de başka bir başarı kazanmak gibi hedefim var. Benim amacım burada bir ekol oluşturmak. A takıma gelen her hocadan sonra yeni bir takım oluşturulduğu zaman bunun altından maddi olarak bir kulübün kalkmasına imkan yok. O yüzden şunu istiyorum, ben ve diğer hocalarım buralardan belli standartlarda ve bazı taktikleri çok iyi oynayabilen oyuncular çıkartalım. A takıma da yeni bir hoca gelirken o taktiğe uygun bir isim gelsin, takımımız o taktiğe uygun olan yıldız oyuncular transfer etsin. Geri kalan iskelet, altyapıdan yetişen oyunculardan kurulu olsun. Böyle bir hayalim ve hedefim var şu anda.
Artık A2 liginde A takım oyuncuları da oynayabiliyor. Yeni düzenlemeyle lig buna müsait bir hale getirildi. A takımdan oyuncu kullanıyor musunuz?
Aslında Türkiye’de A2 ligi tam bir standarta oturmadı henüz. Normalde rezerv ligin amacı A takımda oynamayan oyuncuların antrenman eksiğini, maç eksiğini ortadan kaldırmaktır, ağırlıklı olarak A takım oyuncuları oynuyorken kapasitesi yüksek altyapı oyuncularını da onlarla beraber oynatmak, eğer uyum sağlayabiliyorlarsa o genç oyuncuları A takım idmanlarına dahil etmektir. Fakat bizde U-19 milli takımı var, ancak U-19 ligi yok. Dolayısıyla 18 yaşındaki çocukların oynayamayacağı bir lig oluştu. O yüzden onları kaybetmektense A takımdan oyuncu almayıp A2 takımında 18 yaşındaki oyuncularımızı oynatıyoruz.
Kondisyon alanında önemli eğitimler almışsınız. Futbolun artık tamamen güce dayandığına, teknik ve taktiksel eğitimlerin eskisi kadar önemli olmadığına katılıyor musunuz?
Aslında buna katılmıyorum. Şöyle bir gerçek var, günümüzün saha dağılımı, taktiksel ihtiyaçları ciddi bir fiziksel efor gerektiriyor. Mesela 4-3-3 sisteminde bir sağ ön oyuncusu müsabakada 12 bin mesafe kat ediyor, bunun yaklaşık 1200 metresini sprint ile geçiyor ve yaklaşık 6.5-7 minimol laktak düzeyinde oynuyor ki, laktak eşiği 4-4.5 minimoldür. Yani laktak eşiğinin üzerinde top oynuyor. Şimdi bu düzeyde bir taktiksel manevrayı ortaya koyabilmek için takımla ileride çoğalabilmek, ters top geldiği zaman o ters topu karşılayıp çizgiye kadar inip geriden gelen oyuncunun önüne o topu atabilmek ve o pozisyon geçtikten sonra yerine gelip rakibin çıkan bekinin karşısında durup savunma yapabilmek için ciddi bir fiziksel güce ihtiyaç var. Kondisyondan ziyade taktiğin ihtiyaç duyduğu fiziksel yeterliliğe sahip olmak gerekiyor artık. Yani 4-4-2 sisteminin farklı, 4-3-3 sisteminin farklı, 4-2-1-3 sisteminin farklı bir fiziksel ihtiyacı var oyuncular üzerinde. Günümüz futbolu daha hızlı oynandığı için ve futbolcuların da bunu karşılayacak fiziksel yeterliliğe ulaşmaları için daha sert antrenmanlara, daha detaylı antrenmanlara, daha yüksek düzeyde ileriye dönük planlamalara, daha iyi beslenmeye, daha iyi uykuya, daha iyi eğitime ihtiyaçları var. Mental olarak antrenmana ve maça daha iyi hazırlanmaları gerekiyor oyuncuların. Kondisyon arttırılsın takım daha iyi oynasın diye bir şey yok. Bu mümkün değil. Siz taktiksel ihtiyaçları karşılamadıktan sonra bir takım istediği kadar koşsun; sadece koşar ve debelenir.
Futbol artık daha bilimsel bir spor haline gelmeye başladı diyebilir miyiz?
Az önce söylediklerime baktığımız zaman bunların hepsinin temelinde bilim yatıyor. O yüzden bilim biraz daha ön planda gözüküyor ama futbol, bilimi kendi içine soktu yavaş yavaş. Bir önceki cevaba paralel olarak bir örnek vereyim size. Avrupa’da dörtlü savunmada oynayan sağ ve sol beklerin 10 metreyi koşma süresi 1.8 saniye. İkinci ve üçüncü liglerde oynayan aynı bölge oyuncularının 10 metreyi koşma süresi ise 1.9 saniye. Arada 10 mili saniye, bir saniyenin onda biri kadar kısa bir zaman var. Ama bu fark, bir ters kademede 1 metre farka sebep oluyor. Yani oyuncunun ters kademede topu çizgiden çıkartması ya da yetişemeyip rakibin oradan sızıp golü atmasıyla eş değer bir fark var ortada.
Söylediklerinizden futbolla futbolun bilimini harmanlayamayan takımların geride kalacağına dair bir izlenim oluştu bende. Futbolun geleceği bilimsel çalışmalarda diyebilir miyiz?
Aslında futbolcu sadece futbolla eğitilir. Futbol oyununun içindeki hareketlerle çocuğu eğitirsek ve çocuk buna uygun bir gelişim gösterirse önemli sonuçlar alırız. Örneğin az antrenmanlı bir sporcu yön değiştirirken sinir sisteminin sahip olduğu enerjinin yüzde yetmişini vücudunun parçalarını, kollarını, omzunu, ağırlık merkezini, bacağını hızlı bir şekilde döndürmeye harcar. Geriye kalan yüzde otuzluk enerji ile sadece ne yapacağını düşünür. Ancak o hareket modelini yıllarca, binlerce defa tekrar etmiş bir oyuncu o dönüşü yaparken enerjisinin yüzde otuzunu uzuvlarını kontrol etmek için harcar. Çünkü artık otomatikleşmiştir. Yüzde yetmişi ile de yapacağı hareketi düşünür. Dolayısıyla ikinci ve üçüncü hamlelerinde başarılı olur. Ama bu, çok uzun süren eğitimlerden sonra olabilecek bir şey. Rastgele antrenman yapmış bir oyuncu maç baskısı altında 0-0 devam eden bir maçın 88. dakikasında dönüyorken düşünmesine ihtiyaç olan enerjiyi karşılayamaz ve topu olumlu kullanamaz. Fakat aynı pozisyonda eğitimli bir futbolcu 88. dakikada dönerken topu ayağının içiyle mi dışıyla mı, üstüyle mi altıyla mı atacağını, yukarıdan mı aşağıdan mı vuracağını, hangi şiddetle topu göndereceğini düşünebilir. Dolayısıyla ikinci hareketinde başarılı olur. Avrupa’daki oyuncuyla Türk oyuncusunun farkı bu işte. Herkes, “sonunu getiremedik” diyor. Sonu bundan gelmiyor işte. Güçlü takımlarla başa baş oynuyoruz ama maçın 90. dakikasında yıllarca süren eğitimin farkı ortaya çıkıyor ve rakip 1-0 galip geliyor. Bu bir tesadüf değil…
Peki Türk futbolunun altyapısını bu noktada tam olarak nerede görüyorsunuz?
Ülkemizde ciddi bir altyapı sorunu var. Her takım federasyonun bir şey yapmasını bekliyor. Takımların kendilerine ait bir altyapı ekolü olması gerekiyor. O ekolden oyuncu yetiştirmek gerekiyor. Milli takımı buna göre kurmak gerekiyor. 14 yaşında 200 oyuncunun olduğu bir havuz düşünürsek; 15 yaşında bu havuzda 180, 16 yaşında 100, 18 yaşında 50, 20 yaşında 30 oyuncunun yer aldığı ve belli bir eğitimden geçmiş oyuncu kadrosu kurulur. Geride kalan 170 oyuncu diğer liglerde oynayacak oyunculardır. Bunlar kulüplerin kalitesini yükseltir. Bir alt ligin kalitesi yükselirse onun bir üzerindeki ligin kalitesi artar. Bu Süper Lig’in kalitesine etki eder. Sonra böyle kaliteli bir lige daha iyi yabancılar gelir. Türk futbolcusu kaliteli yabancıyla daha da gelişir. Kendini geliştirince rakibine karşı iyi oynar. Bu da milli takımı geliştirir. Bu da bir ekolle oluşur.
Türk futbolundaki önemli eksiklerden birisinin de oyun disiplini olduğu söylenir. Altyapıda böyle bir eğitim verilmiyor mu?
Maalesef altyapılarda böyle bir eğitim yok. Zaten futbolcuların profesyonel takıma gittikten sonra pozisyon hatası yapmasının sebebi bu. Yani oyun disiplinine bağlı oynamadıkları için yıllar boyunca o davranış modeli pekişiyor. A2 takımı gibi üst yapıdan bir önceki aşamaya gelindiğinde de bunu kıramıyorsunuz artık. Biz her idmanda pozisyon çalışıyoruz ama hala daha pozisyon hataları yapıyoruz.
Bir Süper Lig takımı çalıştırmayı düşünüyor musunuz?
35 yaşından önce bir A takım çalıştırmayı istiyorum. Çünkü ancak bu şekilde dinamizmimi koruyup üstüne bir şeyler katabilirim. Teknik direktörlerin en verimli yaşları ellili yaşlardır. Benim o yaşa gelirken kendimi doldurmam gerekiyor. O süreye de aşağı yukarı 11 sene var. 2-3 yıl daha yardımcı antrenör olarak çalışıp 35 yaş civarında 1. lig düzeyinde bir A takım çalıştırmak istiyorum.
Kasımpaşa’da ilk Süper Lig deneyiminizi yaşadınız. Daha önce diğer klasmanlarda da görev aldınız. Şimdi de altyapıda ilk tecrübenizi yaşıyorsunuz. Süper Lig ve diğer ligler arasında somut olarak ortaya ne gibi farklılıklar koyabilirsiniz?
Türkiye liglerinde oyuncu kalitesi olarak çok ciddi farklardan söz edemeyiz. Top kontrolü, şut çekme, orta yapma, uzun top atma arasında çok önemli beceri farklılıkları yok. Fiziksel açıdan da fark göremiyorum ben, hatta 3. lig oyuncuları fiziksel anlamda daha iri. Burada mantalite farkı ön planda. Süper Lig’de oyuncu nerede olacağını, nereye koşacağını biliyor. O yüzden futbolcularıma bunu aşılamaya çalışıyorum. Topu kaybettiğinde oyundan kopma, maça geri dön, topu al, alıncaya kadar koş, tekrar pozisyonunu al, ataktan sonra gol kaçırdıysan bu rakibin kırılması anlamına gelir, geri gel topu al tekrar bas gibi telkinlerde bulunuyorum. Ligler arasındaki en önemli farklardan birisi de oyuncunun işine verdiği değer. Süper Lig’e çıkıp hemen geri gidenlere baktığımız zaman işine saygı duymanlar olduğunu görüyoruz, bu da mantalitedeki farklardan bir tanesi olarak öne çıkıyor.