Antik Çağ Felsefesi

I. ANTİK ÇAĞ FELSEFESİ
Antik Çağ felsefesi, eski Yunan ve Roma kültürlerinde MÖ 8. yüzyılda başlayıp MS 6. yüzyıla yani Ortaçağa kadar uzanan dönemdeki felsefe tarihini kapsar. Batı felsefesi kendisini Antik Çağ felsefesine dayandırır. Antik Çağ filozofları bilginin anlamını, gerçeğin ne olduğunu, erdemin ne anlama geldiğini, evrenin ve yaşamın anlamını sorgulamışlar ve bu felsefi konuları akılcı bir düşünce akımı geliştirerek şekillendirmişlerdir.
Bugün bildiğimiz anlamdaki felsefeyi yaratanlar aslında İyonyalılardır. O çağlarda bütün ülkelerin görüş ve düşünceleri mitosların, efsanelerin temeline oturmuş durumdaydı. Mitoslar, bilinçsiz ve kollektif hayal gücünün yarattıklarıydı. Kökenleri Tanrı tasarımlarına dayanıyordu. İyonyalılar ise, pratik amaçlar bakımından doğa üzerinde düşünmeye başlamışlardı. Bu düşünmenin önemi, insana varlığını ilgilendiren bir takım doğa olaylarına egemen olmaya başlamayı sağlamasıdır. Mitoslarda evren nedir, insanın dünyadaki yeri ve yazgısı nedir gibi sorulara yanıtlar vardı ve bu yanıtlar olduğu gibi benimseniyordu. Bunlar kuşku duyulmayan inanç konularıydı. Fakat İyonya’da bu yanıtları insanlar düşünmeye ve doğayı kendi akıl ve görgüleriyle değerlendirmeye başlamışlardı. Bu ise insanın kendi bulduklarıyla, din ve geleneklerin verdiği tasarımların ve düşünce kalıplarının arasında günümüze kadar gelen bir çatışmayı başlatmıştır.
Eski Yunanlılar ilk dönemlerinde birbirlerinden ayrı bağımsız siteler halinde ve aralarında politik bağlılık olmadan yaşıyorlardı. Felsefe de ilk devirlerinde siteler içinde ayrı ayrı gelişmiştir. MÖ 5. yüzyılda İyonya’da yani Ege bölgesinde, daha sonra da diğer sitelerde para karşılığında felsefe öğreten gezici bir takım öğretmenler ortaya çıkmış, görüş ve düşüncelerini şehirden şehire taşımışlardır. Bunlara bilge kişi anlamında sofist denirdi. Sofistler, insan felsefesi olarak adlandırılan felsefenin kurucularıdır. Relativist ve kuşkucu düşüncenin temelini atmışlar ve geliştirmişlerdir.
Sofistler doğa felsefesiyle ilgilenmemişler, bilginin göreceliği ve şüpheciliği üzerinde durmuşlardır. Onlara göre bilgi, teorik bir merakı gidermek için değildir. Bilgi pratiğin, yaşamın emrindedir ve yararlı yurttaşlar yetiştirmek içindir. Sofistler, verdikleri derslerde insan psikolojisi ile de yakından ilgilenmek durumunda kalmışlardır. Böylece başlangıçta doğaya, maddeye yönelmiş olan felsefenin bir taraftan da insana yönelmesini sağlamışlardır.
Sofistlerin yaydıkları anlayışın en önemlisi; doğadan olan ile, insanın koyduğu kurallar arasındaki karşıtlıklardı. Örneğin sofistlerden Antiphon, doğal hukuk ile insanın koyduğu pozitif hukuk arasındaki karşıtlığa dikkat çekmiş, yalnız sanılara dayanan pozitif hukukun güçsüz olduğunu ileri sürmüştür. Gene sofistlerden Kritas, dini, toplumu yönetmek için politikacıların keyfi olarak uydurduğunu söyler. Sofistlerin görüşlerinin yıkıcı olduğu ve görüşlerde bir dağılmaya yol açtığı söylenmektedir. Gerçekten de onlar bu görüşleriyle yasaları, hukuku, sosyal normları ve ahlak kurallarını sarsmışlardır.
Aristo, ilk düşünenlerin Homeros ve Hesiodos gibi eski kozmogonik ozanlar olduğunu söyler. Yalnız bunların bilimsel olarak değil de, dine bağlı olarak düşündüklerini de ekler. Düşüncelerini daha çok etik üzerine kaydırmışlardı. Bu düşüncelerin açıklamalarını Yedi Bilgeler denen Öğütçüler yapmıştır. Felsefi düşünce bunlardan sonra dinsel-mitolojik öğelerden yavaş yavaş sıyrılarak kendi arınmış biçimine yaklaşmıştır.
Aristo, kendisinden önce yaşamış tüm filozofların düşünce ve görüşlerini bir araya toplayıp, sistematik bir duruma getirmiştir. Bu büyük düşünür İlk Felsefe adını verdiği kitabında ilk doğa filozoflarını anlatırken şöyle diyor: “Bugün olduğu gibi, ilk düşünürler de gözlemleri karşısında şaşırdılar. Çünkü çevrelerinde gördüklerini düşündüklerinde, her şeyin nedeninin tanrılar dışında başka türlü de olabileceği kanısına varabiliyorlardı. Karşılarında nedenlerinin tekrar gözden geçirilmesinin gerektiği yüzlerce olay vardı. Bunları çözmeye çalışmakla işe başladılar.
Felsefe bu şekilde Milet’te Tales, Anaksimandros, Anaksimenes gibi düşünürlerin meraklı ve dikkatli gözlemlerinden doğdu. Onlar artık tanrıları bir kenara bırakıp her şeyi doğal elementlerle açıklamaya çalışıyor, her soruya maddi temelli cevaplar arıyorlardı. Düşünmedeki bu devrime İyon mucizesi deniyor. Bu felsefe akımı, Yunanlıların Pers savaşlarını kazanmasından sonra gelişmesini Atina’da sürdürdü. Tanrı, insan ve doğayı birlikte kavrayan bir biçim alarak, düşünce sistemlerinin oluşmasına yol açtı.

II. ANTİK ÇAĞIN EN ÖNEMLİ FİLOZOFLARI

Thales (MÖ 624-546)
Milet’te doğdu. Sokrates öncesi dönemde yaşamış ilk doğa filozofudur. Bu yüzden felsefe ve bilimin öncüsü olarak adlandırılır. Milet okulunun kurucusu olup, aralarında Solon’un da bulunduğu Yedi Bilgeler’in en ünlüsüdür. Thales, “Neyin var olduğu, neyin gerçek olduğu ya da neyin gerçekten var olduğu” soruları üzerinde düşünmüştür. “Neyin var olduğu” sorusunu yanıtlamanın yolu, onun gözünde birlik ile çokluk, ya da görünüş ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi doyurucu bir biçimde ifade edebilmekten geçmiştir. O, gözle görünebilen varlıkların ve değişimlerin oluşturduğu çokluğun gerisinde akılcı ve sürekli bir gerçekliğin var olduğuna inanmıştır. Thales, çokluğun gerisindeki bu birliğin “su” olduğunu ileri sürmüştür. Ama onu felsefe tarihinde önemli kılan şey, verdiği bu yanıttan çok sorduğu sorudur: “Varlığın nihai ve en yüksek doğasının ne olduğu” sorusunu sormuş olmasıdır. Tales aynı zamanda matematikçi, astronom ve fizikçiydi. Geometrideki Thales teoremi de onundur.

Anaksimandros (MÖ 610-546)
Öğrencisi olduğu Thales’in yerine Milet okulunun başına geçti. Güneş ekseninin eğriliği, özellikle güneş saati gibi bir çok önemli buluşlar ona mal edilir. Bilinen ilk dünya haritasını da onun yaptığı sanılmaktadır. Anaksimandros evreni açıklamaya çalıştı. Onu sonsuz diye tanımladı. Anaksimandros’un sonsuzu belirsiz bir maddedir, içinde çeşitli karşıtlar bulunur. Bu karşıtlar ancak ortaya çıktığı zaman birbirlerinden ayrılır. Her doğum karşıtların ayrılış, her ölüm bunların sonsuzda yeniden birleşmesidir. Bu görüşler Heraklitos’in görüşlerinin öncüsüdür. Anaksimandros’a göre insan balıktan gelir. Çünkü balığın kökeni insanlarınkinden daha kolay açıklanabilmektedir. Bu bakımdan evrim kuramının öncüsü sayılabilir.

Anaksimenes (MÖ 585-528)
Anaksimandros’un öğrencisi ve Milet okulunun son temsilcisidir. Ona göre her şeyin esası su değildir. Su çok kaba bir maddedir ve bir bileşimden meydana gelir. Sudan daha etkili ve daha belirli olan havadır. Her şey havadan gelir, havaya geri döner. Nitelikleri de; genişliği, sonsuzluğu ve hareketliliğidir. Onun genişlemesi veya yoğunlaşması ile ateş, su, toprak gibi çeşitli nesneler meydana gelir. Tek yaratıcı varlık odur. Anaksimenes’e göre evren de Anaksimandros’un söylediği gibi sonsuz değildi. Sonsuz belirsizdi.

Pisagor (MÖ 580-500)
Pisagor, Sisam adasında doğdu. Delf mabedinde inisiye edilmiştir. Orfe öğretisinin kaynağını öğrenmek için Mısır’a gitmiş, Firavun mabetlerinde 22 yıl çalışarak geometri ve astronomi öğrenmiştir. Babillilerin Mısır’ı işgal etmelerinden sonra Memfisli rahiplerle birlikte Babil’e götürülmüş ve burada da ezoterik eğitim almıştır. Pisagor 12 yıl sonra, kralın özgürlüğünü vermesiyle ülkesine döndü. Bilim, sanat, politika ve felsefe gibi çok değişik alanlardaki genel kültürü o devirde tüm dünyaya yayılmıştı. Belgeler onun düşünce ve fizik alanlarında uyum sağlamış tam bir insan olduğunu yazmaktadır. Eflatun, “Onun bilgisine çok az kişi ulaşabilmiştir” der.
Pisagor, varlıktan daha çok oluşu açıklamak sorunuyla ilgilenmiştir. Çevresindekilere evrenin kusursuz ritmini anlatır ve onlardan evrenin bu kusursuzluğu gibi davranmalarını isterdi. Pisagorcuların en büyük başarısı astronomi alanında olmuştur. Onlar ilk defa dünyayı evrenin merkezi olmaktan çıkarmışlar ve dünyanın evrenin ortasındaki merkezi bir ateşin etrafında döndüğünü ileri sürerek, Kopernik’e çok yaklaşmışlardır. Nitekim 3. yüzyılda Pontuslu Herakleides ve Sisamlı Aristarkes, aynı Kopernik sistemini ileri sürmüşlerdir. Fakat Aristo’nun “dünya merkezdir” görüşü ağır bastığı için bu anlayış yayılamamıştır. Pisagor’a göre sayıların her biri birer simgedir ve sayılar evrene hükmeder. Geometrideki Pisagor bağıntısı da ona aittir.

Ksenofanes (MÖ 570-480)
Ksenofanes balı ve inciri çok severdi. Açtığı ilk ve önemli düşünce öğesi bu iki maddeyi sevmesine bağlıdır. Bu öğe “Bilme nedir” sorusudur. Ksenofanes balı önce yediği zaman, incirin tadının azaldığını fark etti. Tanrı balı yaratmamış olsaydı, insanlar inciri şimdi bulduklarından daha tatlı bulacaklardı. Bu düşünce biçimi duyularımızın etkinliği konusunda ilk şüpheyi getirmiştir. Ksenofanes, duyularımızın zamana göre değiştiğini söylüyordu. Balı daha önce yemiş olup olmamakla tad alma duyusu değişiyordu. Ayrıca duyularımız kişilere göre de değişiyordu. Birinin soğuk bulduğu suyu, ateşi olan bir diğer kişi sıcak buluyordu.
Ksenofanes bal ve incir örneğini daha ilerilere götürdü. “Yalnız duyularımızdan edindiğimiz bilgiler şüpheli değildir. Tanrılar konusundaki bilgilerimiz de şüphelidir” dedi. Tanrılar yalan söylemek, sarhoş olmak, zina yapmak gibi insanların kınadığı, ayıpladığı her şeyi yapabiliyorlardı. Öyleyse tanrılar düşünüş ve davranış bakımından bizden daha üstün değillerdi. Demek ki insanlar, tanrılarını kendileri gibi tasarımlıyorlardı. Tanrıların çokluğu insan görüş ve davranışlarının çeşitliliğindendi.

Parmenides (MÖ540-480)
Pisagorcu okulda yetişen Parmernides, Elea okulunun kurucusudur. Parmenides, evrende değişimin olmadığını savundu. “Varlık varolandır, hiçlik ya da varolmayan değildir. Yalnızca varolan düşünür, varolmayan düşünemez” demiştir. Gerçek ile sanıyı kavramlar üzerinden ayırmaya çalışmıştır. Antik Yunan felsefesinde rasyonalizm geleneğinin ilk filozoflarından biridir. Ona göre varlık, mutlak anlamda birdir, kalıcıdır, süreklidir, yaratılmamıştır ve yok edilemez. Ezeli ve ebedidir. Onda hareket ve değişim yoktur.

Heraklitos (MÖ 535-475)
Heraklitos da her şeyin kökenini aradı. Ona göre, her şey ateşten çıkıyor ve tekrar ateşe dönüyordu. “Dünyamız sonsuz canlı ateşten, değişmeyle meydana gelmiştir ve bir vakit gelecek tümden ateşe girecektir. Böylece akış yeniden başlayacaktır. Her şey ateşe takas olur. Tıpkı eşyanın parayla ve paranın da eşya ile takas edilmesi gibi” demiştir.
Heraklitos’un dikkatini çeken bir başka olay da dünyada her şeyin sürekli bir değişim içinde bulunmasıdır. “ Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” sözü ona aittir. “Canlı maddeler doğuyor, çocukluk, gençlik, yaşlılık şeklinde üç küçük yolculuk yaptıktan sonra ortadan yok oluyor. Fakat yerini hemen yeni maddeler dolduruyor. Hiçbir şey ebedi değil. Canlılar da, cansız maddeler de hep geçici” demiştir. Bu konuda verdiği örnek ünlüdür: Evrende her şey akar gider. Aynı ırmakta ikinci defa yıkanamazsınız. Çünkü ikinci defa yıkandığınız aynı ırmak değildir. İlk suyun yerini, ondan sonra gelen su almıştır. Hatta ırmak sözcüğü bile yanılgıdır. Gerçekte bizim düşündüğümüz anlamda bir ırmak yoktur. Bizim ırmak adını verdiğimiz şey, her saniye yeniden değişen hareket halindeki sudur. Bunun yanında ben de ırmağa birinci girişimle, ikinci girişim sırasındaki aynı kişi değilim. Her geçen saniye bir miktar yok oluyorum ve kaybolan miktarımın yerini başka ben parçacıkları alıyor. Öyleyse gerçekten bir ben var mı?..
Heraklitos sürekli değişimin nedenini de şöyle açıklıyordu: Bu sonu gelmez sürekli değişimin nedeni Polemos’tur. Polemos, karşıtlıkların sürekli, evrensel, göksel savaşıdır. Suyla ateşin, geceyle gündüzün, dünle yarının, adaletle haksızlığın savaşıdır. Dünyayı biçimlendiren işte bu savaştır. Polemos, her şeyin başlangıcı ve nedenidir.

Anaksagoras (MÖ 500-428)
Heraklitos’un ortaya çıkardığı sürekli değişimi, Anaksagoras dönüşüm mekanizmasıyla çözmeye çalıştı: Tavşanın yediği ot tavşan etine nasıl dönüşüyordu? Anaksagoras’a göre, otun içinde tavşan etinin çok küçük parçacıkları, zerrecikleri vardı. Peki ama ot, tavşana ya da ot yiyen başka bir hayvana, örneğin koyuna dönüşüyor da, neden hiçbir zaman yarı tavşan-yarı koyun bir hayvana dönüşmüyordu? Ayrıca ot, tavşan etine dönüşmekle kalmıyor, tavşan organizması içinde o derece uygun bir şekilde yerini alıyordu ki, tavşanın kendi doğal davranışları da bozulmuyordu. Bu düzen nereden geliyordu? Anaksagoras buna “Nous” dedi. Akıl, düşünce, bilgelik, davranış, ruh, arzu ve iradenin toplamını bu sözcükle açıkladı. Devrin düşünürleri Anaksagoras’ın ileri sürdüğü görüş üzerine eğildiler. Çünkü, içinde kusursuzluğu barındıran bu Nous, yani Tanrı, maddenin ardında saklanmıştı.
Aslında Anaksagoras farkında olmadan tanrı kavramını yeniden ortaya koymuştu. Ancak artık burada felsefi bir tanrı tasarımı söz konusudur. Çünkü bu tasarım rasyonel, akılcı bir düşünce sonucudur. Fakat insanlar Anaksagoras’ı takdir edeceklerine, onu dinsizlikle suçladılar. Onun gökyüzündeki ayın sadece bir taş parçası olduğunu, bir tanrıça olmadığını da söylemesi bardağı taşıran son damla oldu. Mahkum olmamak için Atina’ya kaçmak zorunda kaldı ve burada bir okul açarak Perikles, Euripides, Arkhealos gibi bir çok öğrenci yetiştirdi. Bundan sonra felsefenin merkezi de zaten Atina olacaktı.

Empedokles (MÖ 490-430)
Doğa düşünürlerinden biri olan Empedokles, kendisinden önceki doğa filozoflarının temel öğe olarak belirlediği su, ateş ve havaya, toprak öğesini de ekleyerek hepsini bir arada kullanan ilk düşünür olmuştur. Empedokles’e göre, bu öğeler ne değişir ne de yok olurlar. Başlangıçları ve sonları yoktur. Evrende bunların miktarı hep aynı kalmakta ve her şey bu dört öğenin birleşiminden oluşmaktadır. Ona göre, bu dört temel öğe sevgi ve nefretin gücü ile birleşip, ayrılırlar. Sevgi bu öğeleri birleştirir, nefret ise bunları birbirinden ayırır. Yaşam ve ölüm bu öğelerin bir araya gelmesi ve birbirlerine karıştıktan sonra tekrar ayrılmasıdır.

Elealı Zenon (MÖ 490-430)
Parmenides’in öğrencisiydi. Elea okulunun en önemli filozofları arasında yer alır. Hocasının varlık birliği ve sadece varlığın değişmez gerçek olduğunu öne süren görüşünü geliştirmek için uğraşmıştır. Zenon, çokluğun ve değişmenin imkansızlığını göstermeye çalıştı. Ona göre zamanın ve mekanın sonsuza kadar bölünebilirliği, hareketi imkansız kılar. En küçük hareket bir sonsuzluğu tüketir. Aristo’ya göre, Zenon mekanın da yokluğunu ispatlamaya çalışmıştır. “Mekanın var olması için onu kapsayan başka bir mekanın varlığı gerekir ve bu hep böyle devam eder” demiştir.
Zenon, bir mantık ustası ve diyalektik düşüncenin en önemli geliştiricilerinden biriydi. Önermeleri veya paradoksları üzerinde her çağın büyük filozofları kafa yormuştur. Bunlardan Aşil ve Ok paradoksları çok ünlüdür. İlk paradoksta ünlü bir koşucu olan Aşil, bir kaplumbağa ile yarışacaktır. Koşuya başlamadan önce kaplumbağa biraz daha önde olacaktır. Zenon, bu koşuda Aşil’in kaplumbağayı geçmesinin mantıksal açıdan mümkün olmadığını söyler. Çünkü Aşil kaplumbağanın yarışa başladığı noktaya geldiğinde, kaplumbağa başka bir noktaya geçmiş olacaktır. Zenon’a göre, Aşil’in onu geçebilmesi için bu noktaları öncelikle geçmiş olması gerekirdi. Ok paradoksunda da benzer bir sonuca varılır. Buradaki temel argüman şöyledir: Mesafe sonsuz noktalardan oluşmaktadır ve bunlar sonlu bir süre içinde geçilemez. Zenon bu önermelerden hareketle, değişimi bir yanılsama olarak formüle eden felsefesini temellendirmiştir.

Gorgias (MÖ 483-376)
Empedokles’in öğrencisidir. Ondan hem doğa felsefesini, hem de hitabet sanatını öğrenmiştir. Elea okulunun diyalektik anlayışı üzerinde derin bir etkisi olduğu belirtilmektedir. Gorgias gerçek bir hiççiliğin ve kuşkuculuğun savunucusu olmuştur. Hiçbir değerin varolmadığını, bilginin mümkün olmadığını, insanlara ikna yoluyla her şeyin kabul ettirilebileceğini, zira insanların her zaman bilgiden yoksun olacaklarını söyleyen Gorgias, ikna sanatına, sözün terbiye edilip geliştirilmesine büyük önem vermiştir.
Doğa felsefesinin temel problemi olan varlığı bilme girişiminin anlamsız olduğunu öne sürmüş ve bunu kanıtlamak için uğraşmıştır. Ona göre ne varlığın varolması, ne bilinmesi, ne de başkasına aktarılması mümkün değildi. Ünlü üçlü argümanı Gorgias’ın bu konudaki kuşkuculuğunu çok net biçimde gösterir:
1.Hiçbir şey yoktur.
2.Bir şey varsa bile bilinemez.
3.Bilinse bile başkalarına bildirilemez.

Sokrates (MÖ 470-399)
Sokrates Atina’da doğdu. Heykeltıraş olan babasının mesleğine girdikten sonra, bir yandan da sofistlerin çeşitli bilgilerini öğrenmeye çalışmıştır. Ancak sofistlerin söylediklerinin halkı kışkırtıcı, tehlikeli olduğu sonucuna varmış ve yaşamını sofistlere karşı mücadele ederek geçirmiştir.
Sokrates, sofistler gibi yaşamın pratik sorunlarıyla ilgilenmişti. Ancak sofistler yalnızca yararı öngörüyorlardı. O ise, insanlığı ahlaklı olmaya bağlamış ve buna da bilgi ile varılacağını ileri sürmüştür. Yalnız bilgi hemen öğrenilebilecek bir şey değildi. Birlikte çalışarak, uğraşılarak varılacak bir amaçtı. Öğretme ve araştırma yöntemi olarak kendine özgü diyaloğu kullanmıştır. Aklın doğruyu belirleyen bir yasası olduğuna inanmış ve çevresindekilerle işbirliği yaparak bu doğruyu araştırmıştır. Kendi deyişiyle ruhta uyku durumunda bulunan düşünceleri doğurtmaya çalışmıştır. Bu yönteme “ebelik” adını vermişti.
Sokrates’e göre bilimsel çalışmanın amacı, duyularla edinilen tek tek algılar değil, kavramdır. Bu nedenle hep kavramın belirlenmesi, sınırının çizilip gösterilmesi için çaba göstermiştir. Sokrates, içinde bir ruh olduğunu ve hayatının önemli anlarında bu ruhun kendisine yol gösterdiğini söylerdi. Onun Atina’ya yeni tanrılar getirmek istediği suçlaması buna bağlanmıştır. Sokrates çevresine büyüleyici bir etki yapmıştı. Ölümünden sonra öğrencileri öğretisini sürdürmeye çalışmışlardır. Ancak zamanla aralarındaki tartışmalar Sokratesçi okulları doğurmuştur. Bu okullar Sokrates’in öğretilerini farklı farklı yorumlamışlardır.
Megara okulu Zenon’un öğretisiyle, Sokrates’in ahlak öğretisini birleştirmeye çalışmış, “Bir olan iyidir” ilkesinden yola çıkmıştır. Bu okul olumlu bir düşünce sistemi geliştirememiştir.
Elis-Eletria okulunun da kayda değer bir başarısı yoktur.
Kinikler okulu erdemi insanın tam bir bağımsızlığı biçiminde algılamıştır. İnsanın her türlü gereksinmeye bağlılıktan kendini kurtarması gerektiğine inanırdı. Bu nedenle okul üyeleri hiçbir töreye ve nezaket kuralına saygı göstermemişler, partal, yoksul bir yaşam sürmüşlerdir. Diyojen bu okul üyelerinin tipik örneğidir. Ahlaki ereklere yararı olmadığı için bilimsel araştırmaya da değer vermezlerdi.
Kirene okulu Kiniklerin zahmetli, sıkıntılı yaşama görüşleri karşısına rahat ve neşeli bir yaşam görüşünü ortaya koydu. Onlara göre, mutluluğa varmak için uğraşılmaya değer olan sadece hazdır. Haz iyinin kendisidir. İyi ise, olabildiği kadar şiddetli hazdan başka bir şey değildir. Ancak bu çeşit haz da bilgiyle elde edilebilir. Bilgi, Kirene okulunun Sokratik öğesini oluşturmuştur.
Eflatun ise hocasının öğretisini bütünüyle kavramış ve özünü hiç bozmamıştır.

Demokritos (MÖ 460-370)
Çok seyahat etti. Mısır’da geometri bilginlerinin yanında 5 yıl geçirdi. Sokrates’le tanışmadan aynı yıllarda Atina’da yaşadı. Eflatun ondan hiç söz etmez. Doğduğu yer olan Abdera’da (Trakya) kendi okulunu kurmuştur. Aristo’nun açıklamaları ile tanıdığımız Demokritos felsefesi mekanist ve atomcu bir maddeciliğe dayanır. Ona göre doğa, boşluktan ve bölünmez, değişmez, sürekli, sonsuz maddi parçacıklar olan atomlardan meydana gelmiştir. Atomların biçimleri ve boyutları farklıdır. Sürekli hareket halindeki atomlar birleşerek cisimleri meydana getirirler. Cisimler atomların ayrışmasıyla yok olurlar. Her şey şaşmaz bir gerekircilikle birbirine bağlanır.
Demokritos, “Hiçbir şey hiçten doğmaz” der. Ona göre, ruh bile ince, yuvarlak, hafif atomlardan oluşmuştur. Bilgi de nesnelerden yayılan çok ince cisimciklerin duyu organlarımızı etkilemesi sonucu oluşmaktadır. “Her türlü bilgi duyulardan gelir, ama akıl duyuları aşabilir” demiştir.

Platon (Eflatun) (MÖ 427-347)
Atina’da doğmuştur. Ailesi Atina’nın en soylu ailelerindendi. Çok iyi bir eğitim görmüştür. Sokrates’le karşılaşması yaşamının gerçek bir dönüm noktası olmuş ve ölünceye kadar yanından ayrılmamıştır. Onun ölümünden sonra Mısır’a giderek Mısırlı rahiplerden matematik, astronomi ve ezoterik bilgiler almıştır. Daha sonra Sicilya’daki Pisagorcularla çalışmış, bu ezoterik etkiler onun Sokratesçi öğesinin yanında, ikinci büyük öğesi olmuştur. Sicilya’dan dönüşünde ünlü okulu Akademia’yı kurmuş ve ölümüne kadar 20 yıl bu okulun eğitim ve yönetimiyle uğraşmıştır.
Platon gençlik yıllarını ve bu devirdeki yapıtlarını tamamen Sokrates’in görüşlerine ayırmış, onun görüşlerini geliştirme denemesine girmemiştir. Bu devirde yalnız erdem ve bilgi sorunlarına değinmiş, yapıtlarını Sokrates’in diyalog yöntemiyle hazırlamıştır. Diyaloglarının ilk bakışta olumsuz neticelendiği zannedilir. Ancak dikkat edildiğinde, sorunun yanıtlarını işaret eden bir takım düşüncelerin ortaya konmuş olduğu fark edilir. Edebiyata da hakim olduğu için bu diyaloglar bugün bile etkileyicidir.
Platon daha sonraları Sokrates’in görüşlerine katkıda bulunarak ünlü İdea öğretisini ortaya koymuştur. Ona göre idealar, yeryüzündeki tüm varlıkların ilk örnekleridir. Tanrı yeryüzündeki varlıkları bu örneklere bakarak yaratmıştır. Sofistler, “Aradığımız gerçek ya var olan bir şeydir, ki o zaman var olan şeyi aramaya gerek yoktur. Veya bilinmeyen bir şeydir ki, o zaman da bulduğumuz şeyin aradığımız gerçek olduğunu nerden bilelim” diyorlardı. Platon bu soruyu gizemli görüşlerden elde ettiği “ruhun ölümsüzlüğü” kavramıyla çözmüş ve temellendirmiştir. Ona göre ruh, idealar dünyasından yeryüzüne inmiştir. Bu nedenle ruhun iyiliği veya kötülüğünün nedeni dışarıda değil, ruhun içinde aranmalıdır. Ruh üç bölümden oluşur: İlki ve en önemlisi akıl bölümüdür. Diğer ikisi duyusal bölümlerdir. Bunlardan biri akla uyarak insanı soylu, güçlü erdemlere yönlendirir. Diğeri ise akla karşı gelerek insanı doymak bilmeyen maddi isteklere, hırsa ve bencilliğe götürür. Bu bölüm, ruhu hakikati görmekten alıkoymuş ve onun tekrar bedenlenerek duygusal isteklerini yerine getirebileceği yeryüzüne inmesine neden olmuştur. Öyleyse ruhun asıl yurduna yeniden kavuşması için gereğini yapmamız gerekmektedir. Bu da ancak mutlak gerçeği bilmekle olanaklıdır. Platon, varoluşu Anaksagoras’ın teolojik görüşlerinden yararlanarak açıklar: “Doğada bütün olup bitenler bir amaca yönelmiştir. Her şeyin gerçek nedeni Nous, yani Tanrıdır. Tanrı her şeyi en iyi olana göre düzenlemiştir, çünkü O’nun bu dünyayı olgunluğa götüren bir planı vardır” demiştir.
Platon sofistlerin yarara ve hazza dayanan görüşlerinin karşısına da iyi kavramı ile çıkmış ve iyinin doğru yaşamanın kesin ölçüsü, biricik ereği olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre gerçeğe ancak iyi ile ulaşılabilirdi.

Aristo (MÖ 384-322)
Aristo Makedonya’da doğdu. Babası kraliyet doktoru idi. 17 yaşındayken Atina’ya göç etmiş ve Platon okuluna girmiştir. Burada öğrenci ve öğretmen olarak 20 yıl çalışmıştır. Aristo, Büyük İskender’in de hocası oldu. MÖ 340’da İskender tahta geçince kendi özel okulu olan Lise’yi kurdu. Okulda zamanının büyük bölümünü Lise’nin bahçesinde öğrencileriyle yaptığı tartışmalarla geçirdi. Bu yüzden Aristo ve öğrencilerine “gezerken tartışanlar” anlamında Peripatetikler denir.
Aristo Akademide hocalık yaptığı ilk yıllarda hocası Eflatun’u örnek alarak öğrencilerine “diyalogla anlatma” yöntemini kullanmıştır. Bu diyalogların tamamı kayıptır. Bununla beraber özenle hazırlamış olduğu ders notlarının önemli bölümü elimize geçmiştir. Aristo kendinden önceki tüm görüş ve düşünceleri bir araya toplayarak sistematik bir duruma getirmiş, fizik, biyoloji, astronomi, meteoroloji, psikoloji, mantık gibi bilim dallarının doğmasını sağlamıştır.
Aristo’ya göre “ilk neden” saf akıldır. Saf akıl, homojen, kusursuz ve değişmezdir. Dünyadaki her şey O’na doğru gittiğinden, zaman içinde gelişmektedir. Tanrı kusursuzluğu doğadaki bütün varlıklara paylaştırmıştır.
Aristo felsefesini biyoloji temeli üzerine kurmuştu. Ona göre her canlı doğuştan belli, özel bir biçime göre gelişiyordu. Büyüme, gelişme yönü ve ölüm doğada önceden kayıtlıydı. Aristo çok dikkatli gözlemler yapmıştır. Hayvan davranışlarını, hayvanların çeşitli organlarının ayrı ayrı ve birlikte çalışmalarını ve üremeyi incelemiştir. Tüm hayvan cinslerinin varolmalarını sonuç nedene; “niçin varolduğuna” bağlayarak, düşünce tarihine nedensellik görüşünü getirmiştir. Aristo, birbirine benzeyen hayvanları gruplara ayırarak ilk defa cinsler ve türler görüşünü ortaya atmıştır. Ona göre canlılar, davranış biçimi ile türlerine özel bir maddeden yani bedenden oluşuyordu. Ruh, yaşam etkinliklerini yürütebilecek biçimde örgütlenmiş canlıların davranış biçimiydi, bedenden ayrı bir varlık değildi. Aristo bu görüşüyle semavi dinlerden ve Platon’dan ayrılır.
Aristo’ya göre evren de küresel ve sonluydu. Dünya evrenin merkezinde bulunuyordu. Dört temel elementten oluşmuş ve bu elementler özgül ağırlıklarına göre sıralanmışlardı. En ağır olan toprak aşağıda, en hafif olan ateş yukarıdaydı. Bunlar aşağıdan yukarıya doğru hareket ederek, sonunda değişmez, sabit yerlerini almışlardı. Gökyüzü ise dünyada bulunmayan başka bir maddeden oluşmuştu. Aristo bu maddeye eter adını verdi. Üstün yapıda bir madde olan eter, diğer maddeler gibi değişime uğramıyordu.
Aristo’ya göre mantık, ileri sürülen fikirler ve muhakemeler incelenerek, bu fikirleri açıklayan cümleciklerin birleştirilmesiyle kurulur. Bu cümlecikleri zincirleyen kuralların olduğunu ileri sürmüştür. Kuralların amacı, doğrular birbirleriyle karşılaştırıldığı zaman yanlış sonuçlara varmamak içindir. Temel doğruların birbirleriyle olan bağıntılarından yola çıkarak mantıksal kıyaslamalar yapılabilir. Yani iki doğru fikir birbiriyle kıyaslanınca, yeni bir sonuç fikre varılabilir. Bu konudaki ünlü örneği: “Bütün insanlar ölümlüdür” ve “Bütün Yunanlılar insandır” doğruları karşılaştırılınca; “Bütün Yunanlılar ölümlüdür” sonucunun çıkarılmasıdır.
MS 4. yüzyılda Roma İmparatorluğunun çöküşü ve Hıristiyanlığın Avrupa’ya hakim olmasıyla, Aristo’nun tüm yapıtları Batıda yasaklandı. 13. yüzyıla gelince Batı yeniden Aristo’nun yapıtlarıyla ilgilenmeye başladı. Akinolu Toma, Aristo’nun fikirlerini Hıristiyan görüşünü mantıksal yönden güçlendirmek için kullandı. Bağnaz din otoriteleri, insanlığı ateist bir yola sürükleyeceği gerekçesiyle önce bu yenilikçiliğe karşı çıktılarsa da, sonunda kabul etmek zorunda kaldılar. Böylece Avrupa’da skolastik felsefe devri kapandı ve Aristo felsefesinin üzerine oturtulan yeni görüşlerle Aydınlanma başladı.

III. ANTİK FELSEFEDE ARİSTO SONRASI GELİŞMELER

4. yüzyıl sonlarında kurulan iki yeni okul, Akademia ve Lise’nin otoritesini bir hayli sarsmıştır. Bunlar Stoa ve Epikür okullarıdır. Bu dört okul Atina’da yüzyıllarca varlıklarını sürdürmüş ve Roma döneminde Atina’da kurulan üniversitenin dört ayrı kürsüsünü oluşturmuştur. Bunun sonucu olarak da Şüphecilik (Septisizm) ortaya çıkmıştır.

Epikürcülük
Epiküros, (MÖ 341-270) Atina’da kurduğu okulunda bilgece yaşamanın sınırlarını eksiksiz bir biçimde çizmiştir. Öğretisi zamana uygun ve kolay anlaşılır olması sebebiyle kısa zamanda yayılmıştır. Epikürcülüğün amacı, ahlak felsefesi yoluyla mutluluğa ulaşmaktır. Bunun için de bireyi mutluluğa ulaştıracak olanakları araştırmak gerektiğini söyler.
Sokratesçiler gibi Epikürcülere göre de sağlam bilgi olmadan doğru eylem olamaz. Sağlam bilginin ölçüsü ise, düşünceyi işe karıştırmadan edindiğimiz duyusal verilerdir. Bunların tekrar tekrar ortaya çıkmalarından, yinelenmelerinden doğan genel tasavvurlardır. Bunun pratik anlamdaki ölçüsü de haz ve acı duygularıdır. Ama gerçekler duyu organlarımızdan geçerken değişikliğe uğrayabilirler. Bu nedenle bilgi, nesnelerin gerçeklikleri değil, bunlardan gelen yansımalardır. Öyleyse ancak sanı olabilirler.
Demek ki mutluluğa ulaşmak için, öncelikle insanı yanlış tasavvurlarımıza bağlı budalaca ürküntülerden, kuruntulardan, boş inançlardan kurtarmak gerekir. Bunu başarabilmek için doğaya dayanan, doğal olan bir dünya görüşü geliştirilmelidir. Ancak böyle bir dünya görüşü efsaneleri, mucizeleri, tanrıların bu dünyanın gidişine karıştıkları düşüncesini ortadan kaldırabilir ve bize her şeyin doğal bir nedeni olduğunu gösterir. Epikürcülük, aradığı bu dünya görüşünü Demokritos’un atomculuğunda bulmuş ve gerçek varlığın boşluk ve atomlar olduğu görüşünü benimseyerek, materyalist bir biçime bürünmüştür.
Epikürcülük ahlak görüşünü buradan yola çıkarak geliştirmiştir. Ahlak insana neyi mutluluk olarak algılayacağını, neden kaçınması gerektiğini, neyi arayacağını, yaşamını nasıl düzenleyeceğini öğretir. Bunu da Kirene okulunun hazcılığını canlandırarak açıklar. Ancak Epikürcülüğün hazzı olumsuz bir hazdır. Daha çok acıdan kurtulma biçimidir. Hayatın amacı bedenimizin her andaki acısızlığı olmalıdır.

Stoacılık
Stoa Helenistik devrin tipik felsefesidir ve Roma hukukuna temel olmuştur. Ana felsefesi düşüncenin özgürlüğü üzerinedir. Kurucusu Kıbrıslı Zenon, bu ana görüşe sağlam teorik değerler kazandırmak için insan doğasını, toplumsal içgüdülerini ve duygularını uzlaştırmak istemiştir. Bunun için Platon’un “doğaya uygun yaşama” kavramını ele almış ve bu kavram Stoa ahlakının temel taşı olmuştur. Panteist bir görüştür.
Zenon felsefeyi mantık, fizik ve etik olarak üç dala ayırmıştı. Ahlak öğretisinde Sokrates gibi tam bir akılcılıktan yola çıkar ama kinizmi benimser. Ancak doğru bilgi, doğru davranmayı ve doğru iş yapmayı sağlar. Bilgisi olmayan kişi doğru ve erdemli davranamaz, demiştir.
Bilgi ile eylemin birliği düşüncesi Stoa öğretisinin ana özelliğidir. Bilgelik erdemli olmaktır. Erdem ise doğaya, akla uygunluktur. Doğa yasalarına boyun eğmek Stoa ahlakının temel ilkesidir. Bilge kişi nesneleri doğru değerlendirdiği için korku, üzüntü, acıma gibi duyguları bilmez. Çünkü aklını mı, yoksa duygularını mı kendine egemen kılacağı insanın kendi elindedir. Stoa öğretisi aslında Kinikler gibi tüm uygarlık değerlerini yadsıyarak, partal bir yaşam sürmeyi öngörmez. Aklın üstünlüğü nedeniyle ölçülü davranmanın doğaya uygun olacağını söyler. Bu öğreti, doğaya ve akla uygun yaşamak ödevdir diyerek, ilk defa ödev kavramını ahlak felsefesine sokmuştur. Yüksek bir düzen karşısındaki sorumluluk duygusu, yaşamın ve aynı zamanda Stoa öğretisinin bel kemiğidir.
Erdem tek başına mutluluk sağlayabildiğine göre, bunun dışındaki hiçbir şey değer sayılamaz. Sıradan insanların değer saydıkları zenginlik, maddi zevkler, şeref, saygınlık, hatta yaşamın kendisi bile aldırış edilmeyecek, ilgisiz kalınması gereken şeylerdir. Erdem gibi mutlak iyi değildir, gerektiğinde vazgeçilebilir. Ünlü bir Stoacı olan Seneca, tıpkı haz gibi yaşamı da başlı başına bir erek olarak görmemişti. Kendisi de intihar ederek ölen filozof, uzun değil, yettiği kadar yaşamalıyız derdi.

Şüphecilik
Şüpheciliği “bilme” sorunu doğurmuştur. Sofistler, erdem ve mutlu yaşamanın temelini gördüğümüz gibi bilgiye bağlamışlardı. Ama şüphecilere göre felsefenin ödevi mutlak gerçeği aramak değil, mutlu yaşam gerçeklerini bulmaktır.
Ama diyorlardı, bilgi ile bunu başaramayız. Çünkü her sav için bir karşı sav ileri sürülebiliyor. Bundan dolayı hiçbir şeye gerçek bilgi diyemiyoruz. Öyleyse her türlü yargıdan kaçınmak gerekiyor. Ayrıca duyularımız ve aklımız nesneleri bize oldukları gibi değil, göründükleri biçimleriyle veriyorlar. O halde gerçek varlığı ya da varlıkların gerçeğini bilemeyeceğimize göre, bu tür bilgiler edinmeye çalışmak anlamsızdır. Dolayısıyla, bu tür bilgiye dayalı boş kuruntulardan, ölüm ve ölümden sonraki hayat gibi sağlam temellere dayandıramadığımız düşüncelerden kurtulursak mutluluğa ulaşabiliriz.

IV. İSKENDERİYE OKULU, YENİ-ŞÜPHECİLİK ve YENİ-PLATONCULUK

MS 1. yüzyılda Yunanistan ve Roma’da felsefe, eklektizm ve Stoacılık doğrultusunda bir ahlak anlayışıyla sürüp giderken, Akdeniz’in doğusunda önemli bir okul gelişiyordu: İskenderiye Okulu. Gelişmeyi başlatan düşünür Giritli Ainesidemos’tur. Akademia şüpheciliğinin eklektik felsefeyle giderek yozlaştığını gören bu düşünür, şüpheciliğin ilk zamanlarındaki görüşüne dönmüş ve İskenderiye’de Yeni-Şüphecilik adı altında bir felsefe okulu kurmuştur.
Ancak Ainesidemos, hiçbir şeyin bilinemeyeceğini ileri sürmemiş, şimdiye kadar bir şey bilenememiş kanısı üzerinde durmuştur. Ama bundan sonra araştırmalar sürdürülmelidir, demiştir. Bu şüpheci öğreti, akılcı dogmatizm görüşünü sarsmış ve Antik felsefede gerçek varlık araştırmasında yalnız akıl bilgisi artık tutunamaz olmuştur. Akılcı bir metafizik imkansız olunca, Antik felsefe bundan sonra kendisine açık kalan iki yolda yürümüştür. Bir yandan pozitivist görüşler gelişirken, diğer yandan dini bir felsefe oluşmaya başlamıştır. Ainesidemos pozitivizmde ilerlemek için “Deneyci Hekimler” adı verilen ezoterik-hermetik bir örgütle bağlantı kurmuştu. Böylelikle İskenderiye okulunun daha sonraki gelişiminde şüphecilik pozitivizme varmıştır. Bu yeni pozitivist görüşte mutlak bilgisinden vazgeçilmiş, dikkat ve bilgi yaşama yararlı olanlar üzerine çevrilmiştir.
Buna karşılık dinsel duyguların etkisi altında bulunanlarda şüphecilik bambaşka bir şekil almıştır. İnsan bilgisinin sınırsız başarma gücüne olan inanç kaybolarak, yerini manevi bir tatmin aramaya bırakmış ve toplumları Tanrının yardımını özlemeye götürmüştür. Gerçek din gereksinmesi, ne Epikürcülerin bu dünyaya bağlı realist görüşleri, ne şüphecilerin her şeyi güvensiz yapan anlayışları, ne de Stoacıların salt ahlakı ile karşılanabilmişti. O nedenle içinde dini renkler, mistik öğeler bulunan Pisagor ve Platon felsefelerine yeniden geri dönüldü.
Artık bilgi kavramı değişmiş, bilme bir algılama ve sonuç çıkarma biçiminden uzaklaşarak, tinsel bir görüş biçimine dönmüştür. Bilme, artık insanın yalnızca iç dünyasına bakarak varolanları içinden duymasıdır. Buna bağlı olarak “bilge kişi” kavramı da değişmiştir. Bu döneme kadar bilge kişi örneği Sokrates iken, bundan sonra, nesnelerin ve doğaüstünün derinliklerine inen, sıradan insanlara kapalı olan dünyaları açabilen kişidir.
Bu öğretinin ünlü düşünürleri Philon ve Plotinos’tur. Philon (MÖ 25 – MS 50) aslen Yahudi’dir. Yunan felsefesinin Tevrat ile özdeş olduğunu kanıtlamak amacıyla eklektik görüşler geliştirmiştir. Böylece Philon ile birlikte “yorumlayıcı yöntem” ortaya çıkmıştır. Bu yöntemde doğa ile kutsal kitaplar özdeş olarak işlenir. Philon’un görüşü şuydu: Maddeye bağlı olan insanlar Tanrısalı anlayamazlar. İşte bu nedenle buyruklarını bildirmek isteyen Tanrı, vahyi peygamberler aracılığıyla insan biçimine büründürmüştür. Bilge kişi, zahiri olanın arkasında saklanan “gizli olanı” bulmaya çalışmalıdır.
Plotinos ise (MS 205-270) felsefesini Platon’a dayanarak açıklamaya büyük değer verdiyse de, onun metafiziğini biraz daha farklı yorumlamıştır. Bunda Aristo ve Stoacılığın da etkisi vardır. Ona göre asıl gerçek, her şeyin özde salt ruhsal nitelikte olduğudur. Tanrıdan ruh olarak çıkan nesnel varlık dünyaya inerek maddeleşir. Plotinos’a göre, Tanrıyı ancak içimizde keşfedebiliriz. Çünkü Tanrı, insan zihninin düşünceleriyle sınırlanamayacağı için, insan diliyle ifade edilemez. Duyularımız da ona ulaşamaz. Tanrı tüm sıfatları kendisinde toplamış olan saf birliktir. Plotinos, Tanrıdan Bir diye söz eder. Bir olan varlık olarak Tanrı tanımı, Tanrının değişmediğini ve dolayısıyla O’nun yaratılmamış ve bölünemez olduğunu gösterir. Zira Tanrı değişse, bölünebilse ya da yaratılmış olsa Bir’liğini kaybeder.
Yeni-Platonculuğa göre, her şey Tanrıdan südur etmiştir ve Tanrıya dönecektir. Bu felsefi görüş, insanın Tanrıyı kendisinde bulabileceğini söyler. Ve bu tanım 6. yüzyılda Delf tapınağının girişine kazınan “Kendini Bil” ibaresiyle bire bir örtüşmektedir. İnsan tanrısal bir varlık olduğu için kişiliğini Tanrıda eritmeli, benliğini ortadan kaldırmalıdır. Plotinos’a göre, kendini bilen, tanıyan ruh, mistik bir vecd haline girerek Bir’e ulaşabilir.
Yeni-Platonculuk, felsefe yoluyla dini bir görüş geliştirme denemelerinin ilkidir. Bu düşünce akımı bundan böyle Doğu ve Batı felsefelerinin başlıca kaynağı olmuş ve günümüze kadar gelmiştir. 529 yılında Bizans İmparatoru Jüstinyen, Yeni-Platoncu tutumundan dolayı Akademia’yı kapattı. Hıristiyanlığa aykırı görerek Yunan felsefesinin okutulmasını da yasakladı. Böylece Batıda insan aklının gerçeği araştırma devri bin yıl boyunca kapanmış oldu.