BEŞİKTAŞ MAHALLELER

besiktasharita MAHALLELER HAKKINDA

ARNAVUTKÖY

Bebek’le Kuruçeşme arasında yer alır. İlkçağda adı Hestai idi. Bizans döneminde Promotu ve Anaplus olarak da bilinirdi. Boğaziçi’ndeki önemli ibadet yerlerinden biri olan Ayios Mihael Kilisesi buradaydı. Konstantinos tarafından yaptırıldığı söylenen bu kilisede Başmelek Mihael’in mozaik bir ikonası saklanıyordu. Büyüklü küçüklü çok sayıda kilise ve ayazmanın yapılmasından sonra ve büyük olasılıkla Ayios Mihael Kilisesi’nin varlığı yüzünden, bölgeye Melekler Köyü dendiği anlaşılmaktadır. Kaynaklarda adı geçen Mihaleion bölgesinin, Karadeniz’den Marmara’ya Boğaz akıntısının en kuvvetli olduğu bugünkü Arnavutköy ile Akıntı burnu arasında bulunduğu sanılmaktadır. Osmanlı döneminde Rumlarca Megali Revmatu ( Büyük Akıntı) olarak a anılırdı. Köyün Arnavutköy adını hangi nedenle ve ne zaman aldığı kesinlikle bilinmemektedir. Bir rivayete göre, II. Mehmet (Fatih) Arnavutluk’a egemen olmasından sonra yöreden getirilen Arnavutları bu semte yerleştirmiştir. Bir Arnavut cemaatinin, o zamanlar bakımsız, harap ve yarı metruk olan bu sahile yerleştirilmesinin tarihi olarak 1468 verilmektedir. 1540’larda İstanbul’a gelmiş olan Petrus Gyllius, bu civarın üzüm bağlarıyla kaplı olduğunu yazarken bölgenin adını Arnavutköy olarak anmaz. Buna karşılık 1568’de bostancı başıya hüküm ki, Arnavutköy bağları hassa-i hümayunum için koru iken bazı kimseler anda şikar ettikleri işitilmiştir…” denmekte ve halkın buralarda avlanmasının yasaklanması istenmektedir. Bu fermandan anlaşıldığına göre 1568’de bölgenin adı artık Arnavutköy’dür.1715’te ölmüş olan şair Fenni, Boğaziçi köyleri üzerine yazdığı Sahilname’de, eskiden hamam tellaklarının ekseriye Arnavut olduğunu hatırlatarak, burası için “Takılub ardına al ile rakib-i napak / Arnavud karyiesine gitmiş o şuh-i dellak” beytini söylemiştir. Arnavutköy’ün daha 16.yy’da İstanbul’un en ünlü mesirelerinden olduğu; bağları bahçeleri bulunduğu; tepelerdeki koruların Sultan’ın hasları olduğu; nüfusunun 19.yy’ın ortalarına kadar Rum ve Musevilerden meydana geldiği; uzun süreler bakımlı, güzel, canlı bir Rum köyü olarak kaldığı bilinmektedir. Evliya Çelebi 17.yy ortalarında burada, köyün sahile yakın bölgesinde1.000 kadar bağlı bahçeli mamur Rum ve Musevi hanesi olduğunu; cami, mescit. İmaret bulunmadığını, sadece küçük bir hamama rastlandığını; “ Ekmeğinin ve peksimedin beyaz,Yahudilerin sahip-i zevk ve ehl-i saz, Rum hristiyanlarının kavm-i laz, cemaat-i müslimin gayet a z” olduğunu yazar. İnciciyan, 18.yy’da köy halkının tümüyle Rum olduğunu kaydeder. 1768’de tamamlanan Hadikatü’lcevami, Arnavurtköy’den söz ederken “Kariye-i mezburede cami ve mescid olmadığından Bebeğe geçilmiştir” der. III. Selim’in tahta çıktığı ilk yıllardaki (1790’lar) bir bostancı başı defterinde Kuruçeşme’den Akıntı burnu’na doğru binalar sayılırken “ Tarandabol tercümanı Yenaki zimminin yalısı, yanındaEfrak Voyvodası Mihalaki Beyi’in yanında Sakızlı Dimitli, yanında Hanım Sultan’ın yalısı, altı göz kayıkhanesi, altı adet-dükkanları,yanında Arnavurtköy iskelesi, yanında Andonaki’nin yalısı, yanında Yorgaki’nin,yanında Kostantaki’nin diye giden listeden de anlaşıldığına göre, sahil boyu o dönemlerde İstanbul’un varlıklı ve nüfuzlu Rumlarının, özellikle de Bizans ailelerinin devamlı olan ve Osmanlı Devleti’nde yüzyıllar boyunca tercümanlıkla görevlendirilmiş Fenerli Rum Beylerinin, voyvodalarının yalılarıyla kaplıdır. Sıralanan yalılar arasında sadece birinin “Sultan Hanım’ın yalısı” olarak geçmesi ilgi çekicidir. 1821’de Mora’da patlak veren ve Orta Yunanistan’la Girit’e sıçrayan ayaklanmadan sonra, Rum aristokrasisinin yalıları, konakları müsadere edilerek Musevilere satılmıştır. 18.yy sonları 19.yy başlarından itibaren,hanedanın sultan kızı veya kardeşi iktidar sahibi kadın üyelerinin de, öteden beri kendilerine ayrılmış olan Ortaköy – Kuruçeşme sahilinin kalabalıklaşması üzerine Arnavutköy Akıntı burnu arasında ve Akıntı burnu’dan Bebek’e doğru sahil saraylar inşa ettirmeye başladıkları anlaşılmaktadır. 7808’de tahta çıkan II. Mahmut dönemindeki bir bostancı başı defterinde, Arnavutköy sahilindeki yalılar bu defa şöyle sıralanmaktadır: Beyhan Sultan’ın ma-ı Lezizi çeşmesi ile sahil sarayı, Halil Paşa zade Nuri Paşa’nın yalısı Arif Molla Yalısı, Biniş-i Hümayuna mahsus Mehmet Paşa Kasrı, Hekimbaşı Necip Efendi, Haznedar başı Şakir Ağa,Sadrazam Selim Paşa, Dürrizade Abdullah Molla vb yalıları. Aynı dönemde, II. Mahmut tarafından Arnavutköy’e 1832’de bir cami, bir karakol ve kışla yaptırılmıştır. Arnavutköy’de 18.ve19.yy’larda çıkan büyük yangınlarda,yukarıda bazıları sıralanan yalılar yamaçlardaki ve vadideki köşkler hemen hemen tümüyle yanmış; sahil haneler ve sahil saraylarla birlikte, köy içlerindeki mahalleler de kül olmuştur. Örneğin 1797’deki yangında Akıntı burnundaki Hasan Halife Bahçesiyle birlikte yakınındaki bir yalı ( muhtemelen III. Mustafa’nın kızı Beyhan Sultan’ın 19.yy başında inşa ettirdiği Beyhan Sultan Sahil sarayı, daha sonraki adıyla Said Paşa Yalısı), onun üstündeki setlerde bulunan Sadrazam İzzet Paşa’nın yaptırdığı Biniş Köşkü (Vezir Köşkü, Boyalı Köşk), sadrazamın kendi yalısı ve Mektupçu İbrahim Efendi yalısı da yanmıştır. 1883’te iskele başında 18 evin, 1887’de 264 evin, 1908’de 109 evin yandığı kaydolunmuştur;1887 yangınından sonra Yahudilerin büyük kısmı köyü terk etmiş, onların yerine müslümanlar yerleşmeye başlamıştır. I. Dünya Savaşı arifesinde 1914’te Şirket-i Hayriye’nin yayınladığı Boğaziçi Salnamesi’nde Arnavutköy’de 493 Müslüman, 5.973 Rum, 342 Ermeni, 32 Musevi ve 642 ecnebinin yaşadığı kaydolunmakta, günlük vapur yolcusu sayısı 1.550 olarak hesaplanmaktadır. Arnavutköy öteden beri canlı bir ticaret hayatına sahip görünmektedir. Daha Evliya Çelebi zamanında çok sayıda dükkan olduğu, bağlarının bahçelerinin Kanuni döneminden itibaren büyük ün kazandığı, burada büyük panayırlar kurulduğu bilinmektedir. Kaynaklarda panayır geleneğinin eskilere gittiği, 18.yy’da “panayır akçesi” alınmaya başlandığı, panayırların 1940’lara kadar sürdüğü nakledilmekte: aynı zamanda Arnavutköy’ün öteden beri bir eğlence ve zevk merkezi olduğu vurgulanmaktadır. Akıntı burnu’nun, yazın en sıcak günlerinde bile tatlı esintili havası, köyün sırtlarındaki bağlan ve bahçeler, buraya mesire olarak her dönem ün kazandırırken, gazinoları, sandal sefaları özellikle panayır döneminde çalgılı, kasap havalı, sazlı ,sözlü alemleri de meşhurdu, Ortadoks kilisesinde İsa’nın vaftizine remiz olarak haçın suya atılması yortusu, Arnavutköy’de 20.yy’ın başına kadar geleneksel biçimde kutlamaya devam etmiş, denize haç akma törenine izleyen çalgılı, içkili gazino alemleri rağbet bulmuştu. M.S. Çapanoğlu, Arnavutköy’ün bu havasını “Arnavutköy’ün ıstakozuyla çileği pek meşhur olduğu için Beyoğlu’nda akşamdan kalan rakıcılar, umumi evlerde sızıp kalanlar,, çalgılı gazinolarda geç vakte kadar kafayı bulanlarda adamakıllı kafayı bulmayanlar, deniz havası almak, yarım kalan eğlencelerini tamamlamak ve ıstakoz yiyip çilekle rakı içmek için arabalarla sonraları otomobille –buraya gelirler, sabahın mahmur sisleri denizin denizin üstünden sıyrılmadan demlenmeye başlardı” diye anlatır. O zamanlar Arnavutköy’e bu canlı eğlence hayatı yüzünden Küçük Beyoğlu da denirdi. Arnavutköy’ü semt olarak kuzeyde sınırlayan Akıntı burnu, İstanbul Boğazı’nda akıntının en şiddetli olduğu yerdi. Eskiden kötü havalarda çok tehlikeli sayılan bu sahilde, kayıklar kimi zaman yedekçiler tarafından halatla sahilden çekilir, kimi zamanda yolcular burada kayıklardan inerek yollarına karadan devam ederlerdi. Hatta 16.yy’da akıntıya karşı yüzemeyen çağonoz sürülerinin de burada karaya çıktıkları, akıntının sonuna kadar yürüdükleri, sonra yeniden denize döndükleri söylencesi yaygındı. Bu kabuklu deniz hayvanlarının rıhtımda bıraktıkları izlerin 18. yy’da hala belirgin olduğu yolundaki iddia bu söylencenin bir parçası olmuştu. Ayazmalar,bağlar,bahçeler,koruluklar arasındaki köşkleri, sahil boyunca dizilen sahil haneleri, sahil sarayları, yalıları ile Arnavutköy’ün çehresi günümüzde tümüyle değişmiş bulunuyor. Ortaköy’den Arnavutköy’e uzanan yol dar olduğu ve ihtiyaca cevap veremez hale geldiği için, önce deniz tarafındaki binaların büyük bölümü yıkıldı ve tramvayın geçtiği yol sahil yolu haline getirildi. Bu sırada ahşap binalar yıkılarak yerlerine beton binalar yaptırılmasına da başlandı. Bir dönem yangınlar, daha yakın dönemde yapılaşma ve betonlaşma semtin görünümünü hızla değiştirdi.1960 ‘lardan sonra sahil yoluna ve vadi boyuna apartmanlar dikilmeye başlandı 1980 sonrasında, sahil yolunun genişletilmesi sırasında halen var olan yalıların önünden, denizin içinden “ kazıklı yol” geçirildi. Yapılaşma daha da hızlandı, arsa ve bina fiyatları arttı. Halen semt, çok sayıda lüks restoran, gazino. Gece kulübü, bar ve modern kahvelerle Boğaz’ın canlı bir yaşam ve eğlence merkezi görünümündedir. Kaynak; S Eyice, Boğaziçi, s.25 –28;R.E Koçu, “Arnavutköy”, İSTA, II.,s1039 –1041, Evliya Çelebi, Seyahatname , ty, s. 314; Boaziçi; Kömürçiyan, İstanbul Tarihi, s.41,219,259; İnciciyan, İstanbul, s. 115 –116; “Arnavutköy”, İKSA,II, S 782,783.

AŞİYAN

Bebek ile Rumelihisarı arasında, bugün aynı isimle anılan mezarlık sırtlarında bulunan semt. Sahilden denizin içine uzanan dil, Boğaz’ı çok daralttığı için buraya yunanca Lomekopi, Türkçe olarak ta Boğazkesen denilmişti. Eremya Çelebi Kömürciyan, Boğaziçi’ndeki üçüncü burun olan bu mahalle denizde iri kayalar bulunduğunu kaydetmektedir. Bu kayalardan ötürü semte Kayalar köyü adı verilmişti. Evliya Çelebi Ön kayalar denilen, Sıdki Efendi Camii’nin de bulunduğu mevkide o dönemde 40-50 ev olduğunu söyler. 17.yy yazarlarından Kömürciyan ve 1. yy yazarlarından İnciciyan da burada Türklerin oturduğunu sahilde bir küçük mescit, birkaç bahçe ve ilerisinde servi ağaçlarının yükseldiği bir Müslüman mezarlığı olduğunu kaydederler. Bu mezarlık Üsküdar’dan sonra Boğaziçi’ndeki ikinci önemli mezarlıktı. Hisar’da yaşayan Müslüman ahalinin beslemeleri olan çırpıcılar Kayalar Köyü sahilinde köy ve hisar sakinlerinin çamaşırlarını yıkarlardı. Bu gün Kayalar Köyünün ismi, burada bulunan cami dışında tamamen unutulmuştur. Sahil ve Sırtlar Aşiyan semti olarak bilinir. 17.yy’da burada Nişancı Ahmet Sıtkı Efendi (Paşa) (ö. 1662 /63 ) tarafından, kayalar mescidi olarak bilinen, duvarları kagir, çatısı ahşap bir mescit yaptırıldığı kaydolunmuştur. Evliya çelebi bu mescidin üst tarafında bulunan Kadiri dergahı ile I. Süleyman (Kanuni) döneminde yaşamış bir Bayrami -Melami şeyhi olan İsmail Maşuki’nin anıtmezarını efsanevi bir tarzda anlatmaktadır. 1551’de müritlerinden Irakı zade Hasan Efendi, İsmail Maşuki’nin başının gömülü olduğuna inanılan Kayalar Mescidi’ne bitişik Şeyh Mehmet Efendi hazinesinde şeyhin anısına bir anıtmezar yaptırmıştır. Mescidin hemen arkasında, Melamileri karşı inşa edildiği söylenen Kadiri tekkesinin bugün hiçbir izi kalmamıştır. Dergahın sırtlarındaki bağ ise birkaç kez kaptan-ı deryalık yapmış ve Girit’in fethinde önemli rol oynamış Deli Hüseyin Paşa’ya aitti. Bu bağ, Rumeli Hisarı’nın arkasında, bir Bektaşi tekkesi olan Nafi Baba Tekkesi’ne kadar uzanıyordu. Vakanüvisler ve arşiv belgeleri 16.yy’da bu sahilde eşkiyanın, haydutların mekan tuttuklarına işaret etmektedir. 17.yy’da ise bir başka efsanevi kişilik, gemicilerin dostu olarak tanınan Durmuş Dede burada bir dergaha adını verdi. Durmuş Dede’nin I. Ahmet zamanında (1603 –1617) Akkirman’dan İstanbul’a gelerek Kayalar Köyü mezarlığının bittiği yere yakın bir noktada, deniz kenarında bir tekkede şeyh olan Akkirmanlı Ali Baba’nın yanına yerleştiği söylenmektedir. Aslında tekkenin kurucusu, I. Süleyman (Kanuni) zamanında Mısır’dan İstanbul’a göçen Şeyh İbrahim Gülşeni halifelerinden Hasan Zarafi Efendi 8ö.1569) olduğu halde tekke Durmuş Dede ‘nin adıyla anıla gelmiştir. Zamanla, Boğaz’dan geçen gemilerin tekkeye zahire yardımında bulunmaları bir gelenek haline geldi. Hadikatül –Cevami’yi yazdığı 1768’de, Hafız Hüseyin Ayvan sarayı bu geleneğin hala devam ettiğini kaydetmektedir. 715’te ölmüş olan Fenni Mehmet Dede Boğaziçi köyleri üzerine yazdığı Sahil name’de bu semt için “ fiske taşıyla eğer ürker ise olmaz mesken demiştir. 18.yy sonunda 19.yy ortalarına kadar olan dönemi kapsayan Bostancı başı defterlerinde bu sahilde hekimbaşı, reisüm küttab ve önemli devlet görevlilerinin yalıları olduğu kaydedilmiştir. Bunların içinde Tavukçu Reis adı ile bilinen Reisülküttab Mustafa Efendi’nin yalısı kayda değer. Mustafa Efendi’nin geniş bir bahçe içindeki yalısını devlet ricari ve Avrupa elçileri gizli görüşmeler için sık sık ziyaret ederlerdi. Mustafa Efendi’nin hayratında olan, Kayalar mescidi’nin yakınında ve sahilde bulunan 1763 tarihli çeşme, 1914’te sahil yolunun genişletilmesi sırasında yıkılmış;yalı ve Deli Hüseyin paşa bağı Robert Koleji’in mülkiyetine geçmiştir. Devlet protokolünde nişancılardan hemen sonra gelen reisül küttabların da hep bu mahalde yerleştiklerini göz önüne alırsak Boğaziçi sahillerinin yerleşim hiyerarşisine dair bir başka geleneği yakalamış oluruz. Bir başka 18.yy yalısı, Yılanlı Yalı’nın kötü bir restorasyon geçiren selamlığı halen ayaktadır. Semt bugünkü adını şair Tevfik Fikret’in bu mahaldeki evinden almaktadır. Farsça bir sözcük olan “Aşiyan”ın anlamı “ kuş yuvası”dır.

BALMUMCU

Barboros Bulvarı üzerinde Yıldız’la Zincirlikuyu kavşağı arasında kurulu mahalle. Bugünkü Balmumcu Mahallesi’nin bulunduğu yerde II. Mahmut döneminde (1808 –1839) aynı adla anılan bir çiftlik bulunuyordu. Balmumcu Kasrı denilen köşk daha sonra Abdullaziz döneminde yapılmıştı. Beşiktaş’ın mesirelerinden olan çiftlik, meyva bahçeleri ve çavuşüzümü bağlarıyla ünlüydü. R. Ekrem Koçu’ya göre, çiftliğe adı verilmesinin nedeni, II. Mahmud döneminde sokak ve bahçelerin mumlarla aydınlatılmaya başlamasından sonra Burada mum imalatı yapılmasıdır. II.Mahmud’un çok sevdiği ve biraz ilerisindeki Zincirlikuyu Kasrı’na her geldiğinde uğramadan edemediği Balmumcu Çiftliği’nin hanedan mürklerinden olduğu. İkinci Meşruriyet’ten sonra Hazine –i Hassa malları Maliye Hazinesi’ne devredilirken de makama bağlı olarak bırakılan “ Emlak-i hakaniye” denilen mülkler grubunda bulunduğu bilinmektedir. II. Abdülhamit zamanında Çiftlik Veliaht Mehmet Reşat Efendiye tahsis edilmiştir. II. Meşruriyet’te V. Mehmet (Reşat) tahta çıktıktan sonra Balmumcu Çiftliği’ni halka mesire olarak açtırdı. I. Dünya Savaşı’na süren dönemde, Balmumcu Çiftliği meyvelerinden tabla tabla ikram edildiği anlatılır. Sultan Reşad’ın ölümünden (1918) sonra Balmumcu Çiftliği ve Kasrı Seniye Sultan’a verilmiş; 1923’te köşkte savaşta şehit düşenlerin çocukları için açılan Balmumcu Darüleytamı 1982’de lağvedilmiştir. Daha sonra çiftlik arazisi ve içindeki binalar askeriyeye verilmiş, Balmumcu köşkü 3. Jandarma Tugay Komutanlığı olmuş, köşkün müştemilatına da Jandarma Er Okulu yerleşmiştir. 27 Mayıs 1960’taki askeri harekattan sonra, Balmumcu Kışlası bir süre gözaltı ve tutukevi olarak kullanılmıştır. Seniye Sultan Kasrı ise 20Nisan 1975’te yanmıştır. Bölgenin çehresinin tümden değişmeye başlaması, Barboros Bulvarı’nın açılmasından sonraya, 1960’lara rastlar. Bu yıllarda bölgede yapılaşma başlamıştır. Bugün Balmumcu olarak adlandırılan mahalle, Beşiktaş İlçesi’ne bağlı tek bir muhtarlık olup yaklaşık 3.000sakini vardır. Fakat son on yılda inşa edilen büyük iş merkezleri (AEG,Koza,Merkez,ENKA gibi) nedeniyle, gündüz nüfusu bunun birkaç katı fazladır Mahalle Gayrettepe, Levazım (bu mahalle kısa zaman öncesine kadar Balmumcu Mahallesi’ne bağlı idi), Mecidiye ve Yıldız mahalleleri ile komşudur. Balmumcu’nun en önemli iki yolu, Şakir Kesebir ve Zincirlikuyu Yolu sokaklarıdır. Diğer sokakları ise S.Ali Reis, Kara Hasan, Mürbasan, Umur Paşa, Akgüner, Arzu, Bestekar, HacıArif Bey, Itrı, Hacı Faik, Şevki Bey ve Enderun sokaklarıdır. Bölgede bir ilköğretim okulu ve iki lise vardır. Günümüzde büyük işyerleri, şirket merkezleri ve bürolar dışında, varlıklı kesimin tercih ettiği bir yerleşim yeridir.

BEBEK

Küçük bir balıkçı köyü olarak,tarihinin Milattan öncesine kadar gittiği sanılan semtin bilinen en eski adının , çeşitli kaynaklarda çeşitli şekillerde yazılan (Challae, Chilai, Khile) Skallai (iskeleler) sözcüğünün bozulmuş bir biçimi olan Hallai olduğu ileri sürülmektedir. Osmanlı döneminde Bebek’e ve Bebek adının kökenine ait ilk bilgiler İstanbul’un fethinin hemen öncesine gider. İstanbul’un kuşatılması sırasında ve Rumeli Hisarı yapılırken bu yörede bizans egemenliğinin zayıfladığı, hatta buradaki balıkçı köylerinin Galata’ya bağlı oldukları sanılmaktadır. Başka Evliya Çelebi olmak üzere, bazı kaynaklar,II. Mehmed’in (Fatih) Rumeli Hisarı’nın yapımı ve kuşatma sırasında asayişi sağlamak üzere buraya Bebek Çelebi adlı veya lakaplı bir bölük başı tayin ettiğini; Bebek Çelebi’nin semtte bir köşk ve bir bahçe kurduğunu, ölümünden sonra semtin onun adıyla anıldığını yazmaktadır. IV. Murad döneminde (1623 –1640), padişah, Yeniçeri Ağası Hasan Halife’ye Bebek’te bağlık bahçelik geniş bir arazi ihsan etmiş ve semt bir süre Hasan Halife’nin adıyla birlikte anılmıştır. Yavuz Sultan Selim’in Bebek’te büyük ihtimalle daha sonra Bebek Bahçesi’ndeki ünlü Hümayun abad Kasrı’nın (Bebek Kasrı) bulunduğu yerde bir kasır yaptırdığı, aynı dönemlerde Bebek çevresinde Kayalar mevkiinde bir tekke bulunduğu (Durmuş Dede Tekkesi), IV. Murat döneminde Hasan Halife Bahçesi’nin ününün semti çok açtığı çeşitli kaynaklarda ileri sürülüyorsa da, 18.yy’ın ilk çeyreğine kadar yörenin mamur olmadığı, var olan kasırların terk edildiği, hat bu harabelerde barınan haydut, eşkıya yüzünden kötü bir üne sahip olduğu anlaşılmaktadır. Evliya Çelebi 17.yy ortalarında Bebek Koyu’nun sert havalarda teknelerin barınmasına elverişli olduğunu, ancak Akıntı burnunu aşmanın güçlüğünü belirtir. Akıntı burnundan Rumelihisarı’na doğru, o zamanlar artık padişah mülkleri arasına geçip miri mülk olmuş Hasan Halife Bahçesi’nin daha sonra da Bebek Bahçesi’nin bulunduğunu, buraların pek mamur olmadığını yazar. Bebek’in rağbet gören bir semt haline gelmesi III. Ahmet ve sadrazamı Damat İbrahim Paşa zamanında rastlar. Bu dönemde Bebek Bahçesi’nde Hümayun abad Kasrı, Bebek Camii, mektep, çeşme,hamam,değirmen ve dükkanlar inşa edilmiş; semt şenlenmeye, kalabalıklaşmaya başlamış; Türkler,Rumlar,Yahudiler,Ermeniler semtte köşkler, konaklar, yalılar yaptırmışlardır. Vakanüvis Küçük çelebizade Asım Efendi, bu sıralarda Hasan Halife Bahçesi’nden Kayalar Köyü’ne kadar uzanan miri arazinin parsellenerek halka satıldığını ve sahil devlet ricarine ayrılırken, köyün içindeki arsaların halk tarafından satın alınarak evler yapıldığı yazar. 18. ve19.yy’a ait bütün gravürlerde, Bebek,Bebek Kasrı’nın egemen olduğu sahilde yalıların birbirini izlediği, tepelere doğru birkaç ahşap köşkün süslediği, bol ve ulu ağaçlıklı bomboş, yeşil yamaçlara yaslanmış bir semt olarak görülür. 18. yy sonunda 19. yy ortalarına kadar olan dönemi kapsayan Bostancı başı Defteri’nden, Arnavutköy iskelesinden Rumelihisarı’na uzanan bu sahilde, şeyhül islam, Rumeli kazaskeri, reisül küttab, hekimbaşı gibi devret ricarinin, birkaç nesil aynı ailenin elinde kalmış ya da kalacak olan 40 kadar sahır saray ile bahçelerin bulunduğu anlaşılmaktadır. Bunların arasında Hizmet zadeler,Durri zadeler, Yesari zadeler ve Elmas zadelerin yalıları dikkati çekmektedir. 1814 –1815 arasına tarihlenen bir Bostan başı Defteri’nde Arnavutköy’den Rumelihisarı’na doğru başlıca yapılar şunlardır: Halil Paşazade Nuri Paşanın yalısı,kardeşi İstanbul Kadısı Arif Efendinin yalısı,Biniş-i Hümayum yeri,Beyhan Sultan Salih sarayı, Sadaret Kethüdası İbrahim Efendi zevcesinin yalısı, Miri peksimet fırını, Hekim Başı yalısı, Hımmet zade Yalısı, Şeyhül islam Dürrizade Yalısı, Bebek Kasrı,Sultan Ahmet camii,mektep,Bebek İskelesi, Kadı Mehmet Efendi’nin Yalısı, Dürrizade kızının Yalısı, Molla Efendi Yalısı, sabık Hekimbaşı Behçet Efendi Yalısı, Topçu başı Emin Ağa zadenin Yalısı… Halil paşazade Arif Efendi Yalısı önce Rauf Paşa’ya,sonra Sadrazam Ali Paya’ya ondanda Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşanın annesi Prenses Emine’ye geçmiş ve Valide Paşa Yalısı diye tanınmıştır. Eski ahşap yalının yerine bugün Mısır Konsolosluğu olan art nouveau tarzındaki kağir yalı inşa edilmiş ve prens ölürken bu yalıyı Mısır Krallığı’na bağışlamıştır. Çevrenin en ünlü ve görkemli yalısı olan Hümuyun abad Bebek Kasrı ise 1846’da,Abdülmecid zamanında yıktırılmıştır. Günümüzde kalmayan Köçeoğlu Yalısı ile 19.y’ın en görkemli Yalılarından Said Halim Paşa Yalısı da Bebek’teydi. Kayalar Mescidi’ne yakın Yılanlı yalı’nın restorasyon geçirmiş selamlığı halen ayaktadır. Boğaziçi’nin bugüne gelen en eski evlerinden olan 1751 tarihli Kavafyan Konağı da Bebek’tedir. Semtin yazlık olmaktan çıkıp sürekli yaşanan bir semt haline gelmesinden 19.yy ortasının sonundan itibaren vapur seferlerinin başlamasının, daha sonrada tramvayın gelmesinin payı vardır. 19.yy sonundan itibaren sahilde ve sırtlarda doğru yalılar ve köşkler çoğalmıştır. 1914’te Şirket-i Hayriye’nin yayımladığı Boğaziçi adılı kitapta, Bebek’te çoğunluğun İslam olduğu,ancak İngiliz,Fransız ve Amerikalıların da bulunduğu kaydedilmektedir. Amerikalıların varlığı 1863’te Bebek sırtlarından kurulan Robert Kolej ve Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde ders veren öğretmenlere bağlana bilir.1960’ta R.E . Koçu’ya göre 414’ü ev, 187’si apartman dairesi olmak üzere toplam 739 hanenin bulunduğu Bebek semti, günümüzde Boğaziçi’nin en seçkin ve lüks sayılan semtlerindendir. Nüfus kompozisyonunda eskiden olduğu gibi yine yabancıların önemli bir yeri vardır. Bir zamanlar,kötü havalarda teknelerin sığınmaya çalıştıkları ve bir dönemde kalafat yeri olarak kullanılmış Bebek Koyu bugün yatların, yelkenlilerin ve sürat motorlarının demirledikleri bir koy görünümündedir. Bebek Vapur İskelesi’nin ve Bebek Camii’nin yanında halen Mısır Konsolosluğu’na doğru park olarak uzanan bölgede 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildiğinde halka açık bir “ Millet Bahçesi”, birde deniz kenarına bir gazino yapılmış;Bebek Gazinosu bilinen bu gazino 1957 –1958 arasında Bebek Meydanı yeniden tanzim edilirken kaldırılmış,1960’larda yeniden açılmış, nihayet 1980 sonrasında park yeniden tanzim edilirken gazino bütünüyle yok olmuştur. 1965 –1970 sonrasındaki Boğaz tepelerini ve korularını tahrip eden hızlı yapılaşma sırasında Bebek sırtlarının yeşili tamamen ortadan kalkmış: ahşap ve eski kagir evler yıkılarak yerlerine apartmanlar dikilmiş, bebek yokuş ama çok işlek bir yolla tepedeki Etiler’e bağlanmıştır. Güney’deki Küçük bebek kesimi kuzeydeki Büyük bebek kesimine olanla daha yoğun bir yerleşmedir. Akıntı burnundan Aşiyan’a doğru sahilde pek az yalı kalmıştır. Buradan yoğun trafikli sahil yolu geçmektedir.

ETİLER

Etiler 1947’de inşaatına başlanıp 1950’de yerleşime açılan 1.Levent’ten sonra o zamanlar bomboş olan bu bölgedeki ikinci toplu konut girişimidir. Etibank’ın ortaklığı Etiler Yapı Kooperatifi’nin 192 villalık inşaat 1954’te başlamıştır. Etiler Mahallesi, adını Burada ilk villaları yaptıran yapı kooperatifinden almıştır. İstanbul’un son 40 yıllık kentse yayılma ve değişmesini en iyi özetleyebilecek yerleşmelerden biridir. Etiler’de ilk konutlar yapılmaya başlandığında o zamanlar kent dışında son derece seçkin bir toplu konut yerleşimi olan Levent’in güney sınırını çizen Nispetiye Yolu’nun çevresi, bütünüyle tarlalar, kırlar,yeşil tepelerle kaplıydı, Levent’in güneydoğu sınırındaki son ev ile bugünkü Ata İlkokulu noktasından başlayan Etiler villaları arasında bir jandarma noktası ve bir sütçü kulübesi hariç hiçbir yerleşme yoktu.1994 İstanbul’unun trafiği en yoğun birkaç noktasından biri olan Nispetiye Caddesi 1950’lerde dar toprak bir yoldu Düzeltilmesine Etiler evleriyle birlikte başlanmış, dönem dönem yeniden yapılmış, nihayet 1990 başlarında, üst köprü ve geçitler, bölgedeki trafik yoğunluğuna cevap verebilecek hale getirilmeye çalışılmıştır. İlk Etiler evlerine yapılan Etiler Yapı Kooperatifi’nin üyelerinin önemli bir bölümü Demokrat Parti ileri gelenleriydi. 1960’lardan itibaren Bebek sırtlarında, yeşillikler ve korular arasındaki bu ilk evlerin çevresinde, Nispetiye Caddesi’nin iki yanında ve Etiler Evlerinin arkasında, bir de Küçük bebek sırtlarındaki eski Nispetiye Kasrı’nın bulunduğu Çamlık’ta özel kişiler ve kooperatiflerce çok katlı ve çok da ireli apartmanlar kurulmaya başlandı. 1960 sonlarına gelindiğinde, Nispetiye Caddesi’nin, 1.Levent’in bittiği kesimden başlayarak iki yanı, güneyde Arnavutköy dere vadisine doğru Petrol Sitesi, SSK evleri vb sitelerle, kuzey kesimi ise Etiler’e doğru o dönemin gökdelenleri sayılabilecek 10-12 katlı lüks apartmanlarla dolmaktaydı. Aynı dönemde Etiler Semti, kuzey ve doğuya doğru yeni evler, apartmanlar ve sitelerle gelişiyordu, Yinede gerek Çamlık, gerek Boğaziçi Üniversitesi’ne doğru şimdilik Profesörler Sitesu’nin kurulu olduğu bölge ve Bebek’e inen yolun ve vadinin batısında kalan tepeler 1960 sonlarında, yer yer ağaçlıklı, yemyeşil alanlardı Bayram ve Tatil günleri buralara pikniğe gelinir, geceleri mehtaba çıkılırdı. Etiler’in kendisine eklenen yeni konut bölgeleriyle,Levent’ten Hisar üstü’ne kadar dört yönde aralıksız uzanan yoğun bir yerleşme bölgesi haline alması,1970’lerin ortalarından sonra oldu ve semt 1980-19990 arasında bugünkü haine geldi. Bu yıllar,İstanbul’un en derin değişimlerini yaşadığı ve kentsel fonksiyonların mekansam dağılımında ciddi değişiklikler ve yeniden yapılanmanın gözlendiği bir dönemdir. Boğaziçi sırtlarının merkeze en yakınlarından birinin üstündeki Etiler ve çevre yerleşimleri 1980’lerde önce orta –üst ve üst gelir katmanlarının rağbet ettiği, seçkin sayılan bir konut bölgesi halinde gelişirken 1980 sonlarında, İstanbul’un gece hayatının önemli merkezlerini,lüks restoranları, şık dükkanları ve çoğu ithal mal satan mağazaları barındıran bir semt haline geldi. Bu. Bir yandan Etiler ve çevresinde oturan yüksek gelir gruplarına mensup nüfusun gereksinmelerinin, öte yandan gerek eğlence, gerekse büyük alış veriş merkezlerinin eskiden bulundukları geleneksel semtlerden kaçışlarının sonucuydu. Semtin, kendisine eklenen yeni mahallelerle ve sitelerle büyüdüğü günümüzde, eğitim kurumları da semtte hızlı bir artış gösterdi. Öteden beri Küçük bebek Rumelihisarı sırtlarındaki korulukta bulunan Boğaziçi Üniversitesi’ne (eski Robert Koleji) 1980’lerde İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi, Boğaziçi Üniversitesi’nin kütüphane, arşiv vb birimlerinin binaları, Anadolu Meslek Lisesi, Özel İdeal okulları ve başka özel okullar gibi eğitim kurumları da eklendi. Günümüzde, idari birim olarak Etiler Mahallesi daha küçük bir lanı içeriyorsa da, semt olarak Etiler, Levent’in batı sınırından başlayarak Basın Sitesi’ni, lüks Alkent konutlarını, Akat Mahallesi’ni, irili ufaklı daha pek çok site ve toplu konut bölgesini kapsamaktadır. 1994 başında açılan, İstanbul’un en büyük ve görkemli iş ve alışveriş merkezi sayılan, içinde binlerce metrekareye yayılmış ünlü mağazaların yer aldığı Ak merkez, Levent’ten Etiler’e doğru giderken, Nispetiye Caddesi üzerinde, semtin girişine yakındır. Orta-üst gelir gruplarınca,1975-1990 arasında İstanbul’un Rumeli yakasının en fazla rağbet ve tercih edilen yörelerinden bir olan semtte, konut fiyatları bu talebe bağlı olarak yüksektir. Etiler ve çevresine kuşatan diğer yerleşmeler bir yandan Nispetiye Caddesi ile ana arter olan Büyük dere Caddesi ‘ne ve bu yolla Boğaziçi köprülerine, diğer yandan Zincirlikuyu –Bebek Caddesi yoluyla Hisar üstü’nden Rumelihisarı’na ve Çamlık Çevresinden Bebek’e inen yokuşla Bebek’e bağlıdır.

KURUÇEŞME

Ortaköy’den Defter burnu ile; Arnavutköy’den Saray burnu ve Çorluklu Ali Paşa Yalısı (bugünkü Robert Lisesi girişi) ile ayrılan sahil boyunca ve arkasındaki sarp kayalık tepelerde yer alır. “Bithias”, “Kalamos”, “Amapolos”, ve “Kuruçeşme” günümüze kadar aldığı isimlerdir. Semt sakinleri, koruları ve bol akar suları yüzünden, eski isminin Kuruçeşme olduğunu iddia ederler. Eski çağlarda denizciler, Kafkas bölgesinin zenginliklerini yağmalamak, ticaret yollarına ulaşmak için Boğaziçi’nin iki yakasındaki tepelerde yer alan tapınaklarda çeşitli tanrılara dua eder, sunaklara hediyeler bırakırlardı. Bir görüşe göre bugünkü Kuruçeşme’nin yerinde, sahile kadar uzanan bir kamışlık (Kalamos) ve Medeia’nın defne ağacının bulunduğu Bithias ile bunların yanında sahile doğru inen Baka Tepesi’nde Meterteon (tanrının annesi Rea, bazılarına göre İsis) adında bir yer vardı. Boğaziçi’nde önce Bizans sonra Osmanlı yapılarında yapı taşı olarak kullanılmış işlenmiş mermerler ve Yunan mitolojisi bu konuda ipuçları veriyor. Kuruçeşme’de bulunan bazı işlenmiş mermer parçaları bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndedir. Ancak uzmanlar bu konuda görüş birliğine henüz varmamışlardır. Bizans döneminde stilit rahipleri, 433’tan itibaren Simon Stilit 34 yıl, birer sütun üzerinde bu semtte yaşamışlardır. Semtte ait çok eski gravürlerle bu sütunlara rastlanmaktadır. 9.yy’da Patrik Tarsias (784-806) Ayios Tarsias Manastırını yaptırmıştır. Bizans hizmetindeki Peçenekler 1048’de atlar üzerinde Boğaz’ı geçip manastır yanından karaya çıkmışlardır.15.yy’a kadar durduğu bilinen manastırın Defterdar burnu ile Kuruçeşme Koyu arasında olduğu tahmin edilmektedir. Kuruçeşme yerleşmesinin yüksek bir yerinde Ayios Dimitros Ayazması vardır. Kaynağına uzun bir yer altı yolundan gidilir. Tatlı suyunun şifalı olduğuna inanılır. Ayrıca bağlar içinde Ayia Lipsi, Ayios Nikolaos ayazmaları vardır. 17.yy’da köyün sakinleri, semtte cami, hamam,çeşme vb’leri olan daha çok der içinde oturan Müslümanlar; 11 mahalle , 3 sinagog ile Yahudiler; 2 kilise,3 mahalle ile Rumlar ve 1 kilise ile az sayıda Ermenilerdir. Bölgede bedesten, han, imaret binaları yoktur. Ancak 200 kadar dükkan bulunmaktadır. Evliya Çelebinin Seyatname ‘sinde bahsettiği cami, II. Mehmet’in (Fatih) tezkireci başısı Osman Efendinin yaptırdığı bugünde ibatede açık olan camidir.17.yy’da yenilenmiştir. Caminin kuzeyinde ve batısında yüksek duvarlar arkasında çınar ve servi ağaçlarının beklediği mermer bezemeleri taşları ile iki hazine vardır. Semte ismini veren çeşme, caminin alt katında ve doğu cephesinde (yol cephesi) haremin altında yer alan 1095 /1683 tarihli çeşmedir. Daha sonra suyu kaçmış olan çeşmeyi Köprü zade Fazıl Ahmet Paşanın kız kardeşi onartıp yaptırmıştır, Çeşme 1983’te restore edilmiştir. Caminin güneybatı köşesinde, Alay Emini Sokağı’nın hamamın arka bahçe duvarı ile bitiştiği yerde, yazıtı ve su haznesi ile acı sulu bir Osmanlı çeşmesi, günümüzde de kullanılmaktadır. Kuruçeşme Hamamı diye bilinen ve yakın zamana kadar orijinal hali ile kullanılan hamam, Bostancı Ocağı’nın Hastal Ağası Vakfı’ndan Bostancı Hamamıdır. Yol cephesinde 3 katlı ahşap soyunmalığı ile daha çok bir konutu andırıl. Arka bahçesinde kubbeli yıkanma mahalleri, külhanı vardır. Bahçesi ağaçlıktır. Köy içinde kırbaç Sokağı’nda Surp Haç Ermeni Kilisesi ve Kırbaç Sokağının kesiştiği yerde Rum Ayos Dimitros Kilisesi ile Safran burnundaki bir Rum ailenin şapeli niteliğinde Ayia Yani kiliseleri günümüzde faaldir. Sinagoglar ve Yahudiler mezarlıklarından hiçbir iz kalmamıştır. III. Selim zamanında (1789 –1807) Rumların açtıkları tıp denen eğitimi amaçlı, Millet-i Rum Talimgahı denen Kuruçeşme Akademisi I. Dünya Savaşı sonrasında hastane olarak kullanılmıştır. Kuruçeşme 19.yy’ın başlarında İstanbul’un önde gelen semtlerinden idi. Bu semtte padişahın özel izniyle oturabilirdi. Müslüman yapıları aşıboyası, yeşil, beyaz; azınlık yapıları kurşuni, sarı renklere boyanırdı. Yükseklikleri farklı olurdu. Ulaşım, alışveriş kayıklarla yapılır, kayıklar kişilerin sosyal durumuna göre saplanırdı. Sık iskeleler arasındaki rıhtımlarda hizmetkarlar dolaşır, balıkçılar ağlarını yayar, kayıkçılar mallarını satarlardı. Ulaşım kayıklarla olduğu için önceleri tepelere değil kıyılara yerleşilmişti. Daha sonraları,19.yy’ın ikinci yarısında buharlı gemiler, karayolu ve tramvay ulaşımı kolaylaştırmış, çevreyi devamlı oturul, kalabalık bir semt haline getirmiştir. Semtte sultan, vükela ve Safran burnuna doğru da Musevi, Rum sarraf, banker ve doktorların yalıları vardı. Kuruçeşme’de Ortaköy sınırından Sarraf burnuna kadar, sahilde, sultanların ve devletin ileri gelenlerin yalıları yer alırdı. Semtin kuzey sınırını meydana getiren Safran burnu bu adı, buradaki yalıların gayrimüslim sarraflarına ait olmasından almıştır. Yine aynı yerde hekimlerin de yalıları vardır. Yalılar bazen yolun kara tarafındaki koru ve bahçelere, yol üzerinden geçen köprülerle bağlanırdı. 19.yy’ın başlarında, Ortaköy Defterdar burnundan Kuruçeşme’ye doğru ilk yalı III. Mustafa’nın (hd 1757 –1774) kızı Hatice Sultanın ölümünden sonra diğer sultanların oturduğu yalı 1892’de yıktırılmış, yerine II. Abdülhamid’in (hd1876 –1909)kızları Zekiye ve Naime sultanlara, eş iki saray yaptırmıştır. Defterdar İbrahim paşa Camii’nden sonra Sadrazam Yusuf Paşanın kardeşi Süleyman Bey Yalısı gelmekteydi, Hatice Sultan bu yalıyı maiyeti için kiralardı. Çeşitli defalar el değiştiren yalı 1908’de II. Meşrutiyet’ten az evvel II. Abdülhamid tarafından satın alınarak kızı Naile Sultan’a hediye edildi. Daha sonra Çavuşlar Katibi Tahir Efendinin yalısı gelirdi Onu izleyen İstanbul Ağası Sadık Ağa Yalısı önceleri Mehmet Efendi zadenindi. Boğaz’ın en eski binalarından biri olan bu yalı pek çok sahip değiştirdikten sonra 1894’te Adliye Nazırı Abdurrahman Paşa tarafından yepyeni denecek şekilde tamir ettirdi. Boğaz’ın en süslü yalılarından biri oydu. 26 Aralık 1920 gecesi çıkan yangında yandı. Şah Sultan yalıları , hanedan emlakinden biri büyük biri küçük, iki yalı idi. III. Selim’in kızı Şah Sultandan sonra bu yalıda Hibetullah Sultan oturduğundan yalı bu adla da bilinirdi. Pek çok defa sahip değiştiren yalı, en son Enver Paşa’nın eşi Naciye Sultan’a verilmişti. Ekmekçioğlu Deresi’nden sonra gelen, Boğaziçi’nin en meşhur binalarından biri olan Tırnakçı Yalısı, Tırnakçı Hasan Paşa (ö. 1602) tarafından yaptırılmıştı. Burada IV. Mehmet döneminde (1648-1687) Köprülü Fazıl Ahmet Paşa 10 yıl oturmuş; III.Selim zamanında (1789 –1807), Kaptan-ı Derya Küçük Hüseyin Paşa’nın eşi Esma Sultan’a verilmiştir. 1726’da yalının arkasındaki yüksek bir tepenin üstünde Kasr-ı Süreyya Köşkü yaptırılmıştır. Yalının son sahibi Seniha Sultan’dır. Aşçıbaşı Yetimleri Yalısı’ndan çıkan bir yangın ile 1909’da yanmıştır. 19.yy’ın birinci yarısında Tırnakçı Yalısı’na alt tarafında Hüsrev Paşa’nın kethüdası Emin Efendi’nin yalısı vardı. Daha sonra Abdülmecid tarafından satın alınmış ve burada kız kardeşi Adile Sultan’a bir sahil saray yaptırılmıştı. Eşi Mehmet Ali Paşa’nın ölümünden sonra Adile Sultan Yalıyı terk etmiş ve sahil saraya Seniha Sultan gelmiştir. 1791’de burada bulunan yalılardan Aşçı başı Yetimleri, Saliha SULTAN Kızı Fatma Hanım, Hekimbaşı Arif Efendi, Mollacık zade Ata Efendi, Ayvaz paşazade yalıları 1820’den sonra çıkan bir yangında yok olmuşlardır. Sahilde Enderun-ı Hümayum pazarbaşı Mustafa Bey’in Yalısı 18.yy’ın sonlarına aitti. Saliha Sultan Kızı Yalısı arasında yapılan ve 1887’de Amiral Çipçon Hasan Paşa’ya geçen ve çeşitli defalar el değiştirdikten sonra II. Abdülhamid tarafından alınıp Doktor Bier’e verilen yalı 1909’da yandı. Hekimbaşı Arif Efendi Yalısı’nın arsasına yapılan ve Mollacık zade Ata Efendi Yalısı da buradaydı. Kuruçeşme’de 5 tane iskele vardı. Bunlar: 1. aralık iskelesi,Kuruçeşme iskelesi, (bugün Kuruçeşme Parkının içinde kalan iskele); 2.aralık iskelesi (yine park içinde İSKİ su tankerlerinin durduğu iskele), 2 aralık iskele( vapur iskelesi yapısının olduğu yer), 3, aralık iskele (Galatasaray Adası’na kalkan motorların iskelesi); Kuyumcu başı İskelesi (Sarraf burnu’nun bugün kazıklı yolun başladığı yer) idi. Tezkireci Camii karşısında deniz kenarındaki bostancı karakolu ve yakınında Kızlar Ağası tarafından yaptırılmış bir mektep vardı. Kuyumcu başı iskelesinden Çorlulu Ali Paşa Yalısı Önüne kadar olan yaklaşık 200 yıldır Sarraf burnu olarak anılmaktadır. Burada , kıyıdaki yalıların arkasından geçen yolun üzerinde,setin üstünde Bizans döneminden kaldığı söylenen mahzen ve sarnıçlar bir süre sarraflar çarşısı olarak kullanılmıştır. Bu bölgedeki, bugün Memduh Paşa Yalısı Diye bilinen Ayaz paşazadelerin yalısının arkasındaki 80 dönümlük koruda da bir darphane bulunduğu bilinmektedir. Ayvaz paşazadelerin yalısının korusunda darphaneden başka su ile işleyen bir asansör ve paşanın silah müzesi olarak kullandığı yapılarda bulunmaktadır. Ayvaz paşazadeler Yalısı 1980(lerde restore edilmiştir Rüstem Paşa Yalısı diye anılan Tarakçız ade Yalısı, Ağababa Kapıcı oğlu Yalısı, Muhsin zadeler Yalısı bölgedeki yalıların bazılarıydı. Bu yalılardan büyük bir kısmı İşgal sırasında, 13 Haziran 1919’da Fransızların Kara Todori Paşa Yalısı’ndan çıkardıkları yangının büyümesi ile yok olmuş, ayakta kalabilenler de imar hareketlerinin kurbanı olmuştur. İstiklal Savaşı sonrasında hanedanın ve azınlıkların sahipsiz bıraktığı, arsa haline gelen bu yerler kömür deposu haline getirilmiş, ayakta durabilenler tütün vb depolarına dönüşmüş veya yıkıntı haline gelmiştir. Kuruçeşme sahilleri uzun süre kömür deposu olarak kullanılmış ve çirkin bir görünüm sergilemiş, 1986’dan sonra sahil kömür depolarından temizlenerek yeşillendirilmiş, kısmen park olarak düzenlenmiş, kısmen de Naile Sultan Yalısı’nda olduğu gibi güzel onarımlar yapılmıştır. Sarraf burnu 1919 yangınından kurtulan bir yer olarak günümüze kadar gelebilmiş 8 yalısı (binalardan 2’si hariç diğerleri restore edilmiş) ile dikkati çeker. Son imar hareketleri sırasında Sarraf burnu yalıları önünde kazıklı yollar geçirilmiş ve kıyı kısmen doldurularak kıyı hattı ve kotu değiştirilmiştir. Tarih boyunca yeşil koruları ile Kuruçeşme gravürlerde de böylece resmedilmiştir. Beş vekalet arşivinde Asakir-i Mansure Teşkilatı zamanında sayıları 28 olarak tespit edilen bahçeler arasında adı sayılmaktadır. Sultanlara ve zamanın yüksek rütbeli kişilerine ati olan sahil hane ve köşk bahçelerine çok önem verilmiş, hatta zaman zaman Avrupa’dan bahçıvanlar getirilerek bahçeler düzenletilmiştir. Kuruçeşme’deki bu tür tarihsel bahçelerden birkaçı şunlardır: 1726’da III. Ahmed’e verilecek bir şölen için tepede Kasr-ı Süreyya yapılmıştır. Muhzin zade Yalısı’nın arka bahçesinde ise III. Ahmed zamanından kalma hamam ve bahçenin dibinde mermer sofalar, havuzlar, fıskiye ve selsebilli setler bulunmaktaydı. Bu mermer sebilli bahçe ve fıskiyeler zamanla büyütülmüş, kameriyeler ilave edilmiştir. Tırnakçı Hasan Paşa’nın konağı ise, 1838’de I. Abdülhamid’in kızı Atiye Sultan için yeniden yapılırken güzel bir bahçe de düzenlenmiştir. 18. yy’ın ortalarında Tırnakçı Yalısı’nın yakınında bulunan ve sık sık sahip değiştiren Enderun-ı Hümayun Pazar başısı Mustafa Bey yalısının bahçesinde denizden girilen ve büyük bir kayık limanı vardı. Bugüne kalabilen özel korulardan Naciye Sultan ve Naile Sulan koruları belli dönemlerdeki inşaat izinleri ile önemli ölçüde tahrip olmuş; Emin Vafi Korusu ise Memduh Paşa Köşkü etrafında küçülmüş, bahçe ölçeğinde kalmıştır. Kuruçeşme’de Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü ile Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı’nın pilot proje çalışması olarak1994’te yapılan sayımda, özel korular ve parklar hariç, yol kenarları ve ev bahçelerindeki tüm ağaçlar sayılmış, yerleri tespit edilerek bütün fiziksel özellikleri, sağlık durumları, envanter föylerine geçmiş, ayrıca 1/1.000 ölçekli haritalara işlenmiştir. Kuruçeşme’nin bugünkü peyzaj durumunu belirleyen sahil şeridinin görünümü de zaman içinde çok değişmiştir. Geçen zaman içinde yangında yok olan yalılar yerine 1919’da dönemin sadrazamı Ferit Paşa tarafından verilen emirle kömür depoları inşaası başlamış, devrin şehremini Cemil Topuzlu’nun istifasına rağmen yapım önlenememiştir. Uzun bir zaman bu çevre kirliliği ile kalan sahile 1988’de Prof. Dr. Günel Akdoğan’ın çizmiş olduğu park projesi uygulanmış ve 1989’da açılmıştır. Arka plandaki koruyu, görsel olarak, kıyıya bağlayan başarılı bir uygulamadır.

LEVENT

1950’lerde yerleşimin başladığı sırada, Etiler’e doğru giden Nispetiye yolunun kuzeyinden başlayıp Levent Caddesi’ne kadar uzanan ve günümüzdeki Levent ‘in altında biri kadar bir alanı kapsayan semt. 1.Levent’ten 4.Levent’e ve Yeni Levent’e kadar zaman içinde bölüm bölüm kurulup gelişmiş olan semtin günümüzdeki sınırları batıda Büyükdere Caddesi, güneyde Nispetiye Caddesi, kuzeyde Orgeneral İzzet Aksular Caddesi’dir. 4.Levent’in güneyinden, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nü Büyükdere Caddesi’ne bağlayan bağlantı yolu geçer. Levent’in güneybatısında, Büyükdere Caddesi’ne göre karşısında, Zincirlikuyu Mezarlığı, daha sonra cadde boyunca sıralanan Roche, Eczacıbaşı, Philips, Renault –Mais, Deva, Fako, Sandoz vb fabrika tesisleri, İETT Levent Otobüs Deposu ve Sanayi Mahallesi vardır. Bu hattın gerisinde, kuruluş tarihi açısından ilki Gültepe olan Kuştepe, Çeliktepe, Harmantepe, Ortabayır gibi bir zamanların ünlü gecekondu mahalleleri yer alır. Güneyde, 1965 sonrasında kurulmayı başlanan ve günümüzde çeşitli lüks apartman ve sitelere Ortaköy sırtlarını bütünüyle kaplamış olan Nispetiye Mahallesi; semtin doğu sınırı olan Ebulula Caddesi’nin doğusunda da Akat Mahallesi vardır. Levent bütünlüğünden farklı bir yapılaşma olan daha çok subayların üye oldukları konut kooperatifleri veya özel şirket ve müteahhillerin yaptırdığı konut ve sitelere dolmuş bulunan kuzey ve kuzeydoğu kesimi, Konaklar Mahallesi’dir ve Harp Akademileri’nin geniş arazisine ve tesislerine komşudur. Levent, kent dışı bir toplukonut yerleşmesinin belirgin örneklerinden biridir. Levet Mahallesi, adını, Osmanlı döneminde, 18. yy’da da hemen hemen bugünkü güzergahını takip eden Büyükdere yolunun doğusundaki geniş arazisi I. Abdülhamid (hd 1774 –1789) tarafından Kaptan-ı Derya Hasan Paşa’ya irat olarak verilmiş, o da burada bahçeler, binalar, kasırlar yaptırmış ve buraya deniz leventlerinden meydana getirdiği bir muhafız bölüğü yerleştirmiştir. III.Selim döneminde (1789 –1807) padişahın bu civarda en fazla uğradığı yerlerden olduğu bilinen Levent Çiftliği, bir yandan Baltalimanı, Tarabya, Büyükdere, Belgrad Köyü ve Beşiktaş, öte yandan Kağıthane, Haliç , Okmeydanı’na ulaşmak için bir kavşak noktası niteleğinde de görünmektedir. Fransız bilim adamı, hekim ve gezgin Olivier, 1790’larda İstanbul’u anlattığı seyahatnamesinde Levent Çiftliği’nde Avrupa usulü tüfek ve kasatura yapan bir imalathanenin varlığından söz eder. Ayrıca geniş arazi üzerinde pek çok güzel yapı olduğunu anlatır. 1950’lerde Levent, 2.000 nüfuslu, tüm sakinlerin birbirini tanıdıkları,ancak eski İztanbul mahallerinde rastlanan sıkı kumşuluk ilişkilerinin sürdüğü küçük ve orta memur, subay,öğretmen,sanatçı,yazar,bilim adamı, küçük ve orta tüccar ve iş adamlarının yaşadıkları bir orta sınıf semtiydi. 1950 başlarında semt tümüyle İstanbul dışı sayılırdı. Yerleşmenin yakın çevresinde başka bir yerleşme yoktu ve ulaşım Taksim veya Beşiktaş’a seyrek seferler yapan otobüslerle sağlanırdı. Bütün çevre kırlık, Ayazağa’ya doğru koruluk olduğundan 1954 kışı gibi soğuk geçen kışlarda Levent’in üstünde kurulduğu tepelere, hatta mahallenin çevresine kadar kurtlar inerdi. Bugün iyiden iyice betonlaşmış olan Nispetiye Mahallesi’nin bulunduğu Ortaköy sırtlarına kadar inen bölge bütünüyle tarla ve kırlıktı. Buradan akan derenin ve dutlukların etrafında piknikler yapılırdı Mahallenin doğu kesimindeki son evlerin karşısından başlayarak o zamanlar inşaat halinde olan Etiler evlerine kadar yine ıssız kırlar uzanırdı. Mahallenin, karşısındaki mezarlık dahil dört yanı öylesine ıssız ve boştu ki çocuklarının buralara gitmeleri aileler tarafından yasaklanır, yine de, semtin asfalt ve iki tarafı ağaçlıklı yollarında bisikletle gezmek en büyük eğlenceleri olan çocuk grupları bu yasaklara çiğneyerek kırlara daldıklarında, kendileride çekinir ve pek fazla ilerilere gidemezlerdi. Levent’in çevresinin değişmeye başlaması, 1950 ortalarında, karşısında, Gültepe olmak üzere gecekondu mahallerinnin kurulmasıyla başlar. Yine aynı dönemde Etiler Mahallesi kurulmuş, Nispetiye yolu düzenlenmiş ve güneyi yapılaşmaya açılmıştır. Levent 1960’lar, hele de 1970’lerden sonra, çevresini kuşatan yüksek beton binalar arasında sıkışmış bir görünüme bürünmeye başlamıştır. 1980 sonrasında Levent Mahallesi, 1.Levent’ten başlayarak konut bölgesi olma niteliğini de kaybetmeye yüz tutmuş, küçük villa tipi evlerin üstüne izinli bir kat ve kaçak katlar yapılarak, eski konutlar küçük şirketlerin idare merkezlerine, lokanta,kebapçı,diskotek, gece kulubü veya otomobil galerisine, ticarethane ve butiklere dönüşmüş; Levent, konut ağırlıklı olmaktan, ticaret ve eğlence ağırlıklı olmaya doğru evrimleşmeye baylamıştır. 1. Levent çarşısı, önlerinde kemerli yollar bulunan iki sıralı dükkanlarla eski görünümünü korumakla birlikte, semtin, orta sınıf memur, aydın semtinden orta –üst ve yüksek gelir evrimi sırasında, bu dükkanlar da nitelik değiştirmiştir. Kentin iş bölgesinin bu civara kaymasından sonra, orta ve küçük şirketlerin 1. Levent’e yerleşmelerine karşılık büyük holdingler 2.,3. ve 4 Levent’in Büyükdere Caddesi’ne bakan kesimlerini tercih etmişler ve gökdelenlerini buraya kurmuşlardır. Yapı Kredi Plaza, Sabancı Certer vb gökdelenleri bu bölgede yükselmektedir. Semtin güney doğusunda, Nispetiye Caddesi ile Ebullula Caddesi’nin kesiştiği köşede Otelcilik yüksek okulu, hemen araksında Polis Koleji, biraz kuzeyde Şişli Terraki Lisesi, Levent Camii’nin de üzerinde bulunduğu, 1 Levent’le 2. Levent’in sınırı olan Levent Caddesi üstünde Türk Spor Yazarları Derneği’nin tesisleri ve yüzme havuzu, aynı sırada İstanbul’un önemli özel hayvan hastanelerinden Animelia, 4. Levent’te 1970’lere kadar sinema salonu olarak kullanılan Levnt Kulübü ve kulübün tenis kortları semtin ilk akla gelen tesisleridir. Kuruluş yıllarından başlayarak bir çok yazar, sanatçı, bilim adamı Levent’te oturmuş veya Levent’ten yetişmiştir. Çalıkuşu Sokağı’nda evi olan romancı Reşat Nuri Güntekin Levent’in ilk sakinlerindendi. Yine aynı sokakta Gazeteci Rakım Çalapla ve pek çok okul kitabında imzası olan öğretmen Nimet Çalapala, Türkolog Profesör Ahmet Caferoğlu, yazar Şükufe Nihal Başar, siyaset adamı General Sadık Aldoğan, bir sokak ötede Sülüm Sokağında müzikçi Doktor Bülent Tarcan, kardeşi piyanist Haluk Tarcan ve gerek o dönemin gerekse günümüzün pek çok ünlü kişisi, yazarı, aydını, sanatçısı Levent’te otururlardı. 1950’lerde yazar Aziz Nesin, Levent çarşısının İlk Kitapçı kırtasiyecisini açmıştı. Levent’in çiçek adları taşıyan birkaç ara sokağında hala yaşayan eski havası gibi sakinleri de büyük çoğunluğuyla değişmiştir.

ORTAKÖY

Antik çağda adının Arkheion olduğu söylenir. Bizans çağında, Boğaziçi’nin iki yakasında seyrek balıkçı köyleri kurulmuş; tabii güzellikleri sahip ve boş olan Boğaziçi kıyılarının bazı yerlerinde köşkler, manastırlar yapılmıştır. İmparator VI.Leon’un (hd 886 –912) sevgilisi Zoe ile buluştuğu Damianu Sarayı’nın Ortaköy’de olduğu; Damianu mevkiine adını veren manastırın ise, imparator Teofilos (hd 829 –842) ve III.Mihail (hd 842 –867) zamanlarında devletin ileri gelenlerinden olan Damianos tarafından 9.yy’da yaptırıldığı ileri sürülür. Bugünkü Ortaköy’ün, büyük Ayios Fokas Manastırı’nın bulunduğu yer olduğu anlaşılmaktadır. Rumların aynı azize ithaf edilmiş bugünkü küçük kiliseleri de Ayios Fokas adındadır. Ayios Fokas Manastırı’nın yeri bulunamamıştır. Bu manastırın yakınında 9. yy’da Ermeni asıllı Ortadoks patriği VII. İoannes Grammatikos’un (832 –842) veya kardeşi Arsabarios’un(Arşavir) muhteşem bir sarayının olduğu, bu yüzden semtin Arsebera (veya Arsaberu) olarak da ün kazandığı yazılır. Sarayda gizli ayinler ve ahlaka aykırı eğlenceler yapıldığı yolunda dedikodular çıktığı için I,Basileos (hd 867 –886) tarafından satın alınarak 150 rahiplik bir manastır haline getirilmiştir. Bu manastırın varlığı (Meryamana) Bizans’ın son yıllarına kadar devam etmiştir. Ortaköy’ün tarihinden gelen en önemli özelliği farklı kültüründen Türk, Rum ,Ermeni ve Yahudi topluluklarının ve farklı inançlarının bir arada dostluk içinde yaşamasıdır ve bu özellik günümüze kadar gelmiştir. Ortaköy’de Yahudi cemaatine ait bilgiler de oldukça eskidir. Evliya çelebi Seyahatname’de Ortaköy kıyılarındaki büyük yalılar arasında Şekirci Yahudi ve İshak Yahudi’den bahsetmektedir. 1156 /1746 tarihli fermandan Ortaköy Camii’ne yakın, deni kenarında Yahudi evlerinin yandığı anlaşılır. Ortaköy’deki en eski sinagog olan Etz ha –Hayim Sinagogu yangın sonucu birkaç kez harap olmuş, yeniden yapılmıştır. 1618 Bedesten Yangını’nda evsiz kalan çok sayıda yahudi ailesi; 1891’de Beşiktaş’daki yangın felaketi yaşıyan Yahudi cemaati; 1921’de Rusya’dan göçen Yahudiler topluca Ortaköy’e yerleşmişlerdir. 1936’da nüfuslu 16.000 olan Ortaköy’de 700 Yahudi ailesinin yaşadığı bilinmektedir. Ortaköy’de bugün artık kullanılmayan ikinci sinagog Gültekin Arkası Sokağı’ndaki Yenimahalle Sinagogu’dur. Türklerin Ortaköy’e yerleşmesi I. Süleyman (Kanuni) döneminde (1520 – 1566) olmuştur. Deniz tarafında Deftardar Paşa Camii, aynı yıllarda Sadrazam Kara Ahmed Paşa’nın (ö.1556) kethüdası Hüsrev Kethuda tarafından Mimar Sinan’a bir hamam yaptırmıştır Mimari açıdan simetrik planlı,erkekler ve kadınlara mahsus çifte hamam olarak kullanılan yapı Ortaköy’deki en eski anıttır. Ortaköy’e bugünkü çehre ve özelliğini kazandıran, iskelenin arkasındaki Ortaköy Meydanı’nın en belirgin ve egemen mimari öğesi Ortaköy camii’dir. Mehmed ağa tarafından 18.yy’ın başlarında yaptırılan cami, Abdülmecid tarafından tamamen yıktırılarak denize uzanan rıhtım üzerine 1854 –1856 yıllarında Mimar Nigoğus Balyan’a yeniden yaptırılmıştır. Camiyi yaptıran Abdülmecid, Ortaköy’ün imarınada önem verilmiş, Ortaköy Deresi üzerine, bugün artık olmayan köprüyü, sahilde iskelenin güneyindeki mermer sütunlu karakol binasını yaptırmıştır. Meydanda cami kadar eski ve önemli bayka bir eserde 1136 /1723 –24 tarihli Damat İbrahim Paşa Çeşmesi’dir. Sahilde ahşap temeller üzerinde oturan çeşme, zamanla dolgu ve zemin oturmasından çökmüş,toprak seviyesinin 1,5 metre altında kalmıştır. Beşiktaş Belediyesi tarafından, Ortaköy Meydanı ve çevre düzenlemesi çalışması sırasında, kahvenin arkasına sıkışmış ve görünmeyen çeşme camiinin karşısına taşınarak, toprak altında kalan su teknesi ve musluk etrafındaki selvi motifli taşı ortaya çıkarılmış, restorasyonu yapılmıştır. Meydandaki diğer bir eski küçük çeşme ise cami girişinin yanında avlunun önündedir. 19.yy Osmanlı sivil mimarisinin özgün örneklerinin bulunduğu Ortaköy Meydanı ve çevresi 1989’da başlatılan proje çalışmaları ile 1992’de yeniden düzenlenmiştir. Ortaköy, tarihi kültürel yapısıyla son dönemlende gerek İstanbulluların, gerekse yabancıların geniş bir ilgi odağı haline geldi. Semtin ve özellikle meydanın İstanbul’un ilgi odağı haline gelmesindeki diğer bir etken de, üç dini temsil eden üç anıtsal yapının birbirine yakın olmasıdır. Bunlar, çevredeki özgün yapı gruplarıyla tutarlı bir bütünlük ve uyum içindedirler. Bu üç kürtürün bir arada yaşadığı ortamı yeniden eski özellikleri ile ortaya çıkarmak amacıyla kapsamlı bir proje yapılmış, bugünkü düzenleme çalışmaları sonuçlandırılmıştır. Atıksu doğrudan Baltalimanı kolektörüne bağlanarak deniz kirlenmesinin önüne geçilmesi hedeflenmiştir. Ortaköy Meydanı çevresindeki dar organik sokak dokusu; yapılarda bahçe olmaması; cumba ve cephe uyumları çevrenin görünümünü değişik kılmaktadır. Yapılan çalışmada bu organik sokak dokusunun, iki veya üç katlı cumbalı dar düşey dikdörtgen pencereli özgün Ortaköy mimarisinin sürekliliğinin sağlanması amaçlanmıştır. Meydan ve Çevresi, sanat atölyeleri, kahveler, bar ve lokantalar, Pazar günleri açılan elişi, antika ve sanat pazarıyla, gece gündüz canlı bir buluşma merkezidir.

YILDIZ

Yıldız’ın sınırlarını kuzeyde Barboros Bulvarı’ndan ayrılan Beşiktaş Boğaziçi Köprüsü bağlantılı yolu ve aynı noktadan ayrılarak güneydoğuya yönelen Palanga Caddesi, kuzeybatıda Emirhan Caddesi, batıda Ihlamur ve Dikilitaş semtleri, doğuda Yıldız Parkı, güneybatıda Abbasağa Mahallesi, güneyde Serencebey Yokuşu ve güneydoğuda Çırağan semtleriyle çizmek olanaktır. Bu sınırlar içinde Yıldız Sarayı ve Yıldız Parkı en geniş yeri tutar. Yerleşme Bölgesi Barboros Bulvarı’nın batısında kalan Ihlamur – Yıldız Caddesi ve Yıldız Posta Caddesi çevresidir. Güneyde, ayrı küçük bir yer olarak bilinen Serencebey yokuşu çevrisini de semtin geniş sınırları içinde saymak mümkündür. Saray ve semt bu bölgedeki tepelerden Beşiktaş ve Ortaköy’e doğru inen, tümüyle koruluk yamaçlar üzerine kurulmuştur. 15.ve16. yy’larda Osmanlı padişahlarının avlandıkları, hanedana ait bu geniş koruluk arazi, I. Süleyman’dan (Kanuni) (hd 1520 –1566) itibaren ilgi ve rağbet görmeye başlamış; I,Ahmed (hd 1603 –1617) Beşiktaş Tepesi Korusu olarak bilinen bu yerde küçük bir kasır yaptırmış; 18.yy’ın sonlarında III.Selim (hd 1789 –1807) annesi Mihrişah Valide Sultan için burada yaptırdığı kasra büyük olasılıkla Yıldız adını verdiği için, bu tarihlerden sonra yöre Yıldız olarak anılmaya baylanmıştır. Daha sonra II.Mahmud’un ( hd 1808 –1839) koruluğun en geniş Yıldız Bahçesi’nde Asekir –i Mansure-i Muhammediye’nin talimlerini izlediği bilinir. Daha sonra gelen padişahlar da Yıldız koru ve bahçelerine ilgi göstermişlerse de Yıldız Sarayı’ın adı asıl II.Abdülhamid (hd 1876 –1909) ile özdeşleşmiştir. II.Abdülhamid zamanında civarındaki özel mülk topraklarda alınıp saray bahçeleri bütünlüğüne katılarak dış bahçe genişletilmiş; içine yeni binalar inşa edilmiş; tiyatro, müze, kütüphane, eczane, mescid, hamam, tamirhane, marangozhane, diğer atölyeler, bu arada Buarada Yıldız Çini Fabrikası yapılmış; Hamidiye veya Yıldız Camii önünden başlayıp Beşiktaş ve Ortaköy’e doğru uzanan parkın çevresi II. Abdülhamid’in isteği üzerine kalın ve yükseklik duvarlarla çevrilerek dış dünya ile ilişkisi neredeyse bütünüyle keilmiştir. Bu dönemde, Yıldız Sarayı’nın doğrudan veya dolaylı hizmetlerine bakanlarla birlikte, 12.000’e varan bir nüfusun sarayda ve saray çevresinde yaşadığı sanılmaktadır. Yıldız’ın bir semt olarak kurulmaya başlanmasının tarihi Yıldız Sarayı’nın tarihine bağlı olmalıdır. 19.yy’ın ikinci yarısına ve sonralarına doğru, Serencebey YokŞ’nun doğrusunda Çırağan’a kavuşan bölgede ahşap konaklar, evler yapılmaya başlamış; Yıldız Sarayı Bahçelerinin ve Hamidiye Camii’nin karşısında Ihlamur Vadisi’ne inen tepelerin Yıldız’a bakan yamaçlarında da bahçeler içinde tek tük konaklar 19.yy’ın sonlarında çoğalmıştır. Ihlamur –Yıldız Caddesi üzerinde bulunan ve halk arasında cephesindeki bezemeler nedeniyle Süslü Karakol olarak bilinen, 1866’da Abdüllaziz’in yaptırdığı, daha sonra II.Abdülhamid’in yenilettirdiği karakol binasının çevresinde Yıldız sırtları ve Ihlamuur Vadisi’ne doğru yerleşme 1870’lerden sonra hızlı gelişmiştir.II.Abdülhamid döneminde Yıldız Sarayı çevresine irili ufaklı başka karakollar da yapılmıştır. Barboros Bulvarı’nın açıldığı 1950 sonlarına kadar Yıldız semtinde, bir bölümü eski ahşaq evlerden, bir bölümü birkaç katlı kagir binalardan oluşan, bahçeler ve dutluklar arasına serpilmiş fazla yoğun olmayan bir yerleşme vardır. Yıldız Sarayı’nın bir bölümü uzun süre Halp Akademileri olarak kullanıldığından semtte daha çok asker ve küçük memur aileleri ile eski İstanbullular yaşardı. Bu yöredeki diğer semtler gibi Yıldız’ın yerleşme yapısının ve semtin görünümünün tümden değişmesi 1960’lardan başlar. Barboros Bulvarı’nın açılmasının izleyen ilk 10 yıl içinde, bulvarın Yıldız Sarayı karşısındaki batı yakasında bitişik düzen apartmanlar kurulmaya başlamış; 1970 –1980 arasında, Ihlamur Vadisi’ne inen ve Yıldız’a bakan yamaçlar üzerindeki yapılaşma olağanüstü hızlanırken, bulvar üzerinde ve anayoldaki binaların çoğu konut olmaktan çıkıp işyeri haline gelmiştir. 1970’lerin başında Boğaziçi Köprüsü ve çevre bağntı yollarının yapılması sekti bir trafik düğümü haline getirmiştir. Günümüzde de Yıldız İstanbul’un trafiğin en yoğun olduğu yörelerinden biridir. 1990’ların Yıldız semtinin Barboros Bulvarı’nın Doğusunda Düşen Yıldız Sarayı ve Parkı’nın olduğu kesiminde bulunan eski evlerinin olmasa bile eski sokak dokusunun koruyan Serencebey Yokuşu yoğun bir konut bölgesidir. Barboros Bulvarı’ndan ayrılıp ona paraler, kuzeye doğru parkın içinden çıkan Yıldız Caddesi, sağında Conrad Oteli vardır. Bu bölgenin hemen altı Cihannüma Mahallesi’dir. Yıldız Caddesi’nden biraz daha yukarı çıkıldığında Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi görülür. Barboros Bulvarı’nın batı yakasında Yıldız Üniversitesi’nin karşısında Sait Çiftçi Dispanseri, biraz aşağıda da Sakıp Sabancı Lisesi görülür. Barboros Bulvarı ile Boğaziçi Köprüsü bağlantı yolunun kavşağında yüksekte görülen restore edilmiy bina, II.Abdülhamid dönemi karakollarından biridir ve halen Yıldız Üniversitesi bütünlüğü içinde yer almaktadır.